22 Mayıs 2011 Pazar

Dolmabahçe Sarayı ve Atatürk




        Dolmabahçe Sarayı 31. Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid’in emriyle 1843–1856 yılları arasında inşaa edilmiştir. İnşaat faaliyetlerinin başına Osmanlı Hassa Mimarlık Ocağı’ndan Ebniye-i Şahane Kalfası Garabet Balyan ile oğlu Nikogos Kalfa getirilmiştir. 13 Haziran 1843 yılında inşaatına başlanan Dolmabahçe Sarayı’nın açılışı 7 Haziran 1856 tarihinde gerçekleşmiştir. Ana binası yaklaşık olarak 17 bin metrekarelik bir alana oturmakta ve içerisinde 285 oda, 43 salon, 82 koridor, 64 hol, 62 tuvalet, 6 hamam,9 özel banyo, üç mutfak ve 5 kiler bulunmaktadır. Bahçesi ve tüm müştemilatı ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’nın kapladığı alan yaklaşık olarak 110 bin metre karedir.
  Osmanlılar tarihte esas itibariyle yedi büyük saray inşâ ettiler. Bunlar: Bursa sarayı,  Edirne sarayı, Eski saray, Topkapı sarayı, Dolmabahçe sarayı, Çırağan sarayı ve Yıldız sarayı’dır. Topkapı sarayı ve Yıldız sarayı birbirine çok benzerler. Bunların haricinde Konya, Halkalı, Belgrad, Semendire, Niş, Dimetoka, Filibe, Sofya, Budin, Selanik, Yanbolu, Çorlu gibi Padişaha mahsus saraylarda vardır.
  Dolmabahçe Sarayı bugün şüphesiz Türkiye’deki sarayların en muhteşemidir. Ancak İstanbul’daki Osmanlı saraylarının en ünlüsü yinede Topkapı Sarayı’dır. Zira uzun seneler devletin yönetim merkezi ve padişahların resmî ikametgâhı olarak kullanılmasından kaynaklanan sebeple, Türklerin zihin tarihinde iktidarı, kendinden önce ve sonra inşâ edilen Osmanlı saraylardan çok Topkapı sarayı temsil etmektedir.
   Sultan Abdülmecid’in inşa ettirdiği Dolmabahçe sarayı bizim siyasal tarihimizde iki farklı döneme hitab etmiş olan özel bir yapıdır. Devlet başkanının ikametgâhı ve devletin temsil makamı olan saray bu yönüyle hem imparatorluğa hem cumhuriyete hizmet etmiştir. Halen günümüzde ara sıra resmî etkinlikler için kullanılmaktadır. Adeta kubbesi küçük bir semaya benzeyen sarayın en görkemli salonu tüm dünyanın dikkatini çekebilecek konukların ülkemize gelmesi durumunda kullanıma açılmaktadır.
    Dolmabahçe Sarayı, kullanıma açıldığı 7 Haziran1856 tarihinden, halifeliğin kaldırıldığı 1924 yılına kadar, Aralıklarla 6 padişah ile son Halifeye konutluk etmiştir.
     3 Mart 1924 tarihinde çıkartılan 431 sayılı yasanın 8.9.10. maddeleri gereği Türk milletine geçmiştir.  Bu tarihte Halife Abdülmecid Efendi’nin İstanbul’dan uzaklaştırılmasından sonra saraylar üç ay kapalı kaldı.  Haziran ayında Milli Emlak Müdürlüğü tarafından kurulan Tahrir ve Tespit Komisyonu, üç ayrı alt komisyonla saraylardaki eşyaların bulundukları yerlerde tesbit ve sayımına başladı. Bu komisyonun başkanı daha sonra Selek soyadını alan Hazine-i Hassa Nezareti eski görevlisi Sezai Bey’dir. Sezai Bey’in başkanlığında yürütülen sayım ve tespit işlemi esnasında saray mekânlarının numaralandırılması da yapılmış ve bugün aynı numaralandırma halen kullanılmaktadır. 19 Ocak 1925 Bakanlar Kurulu Kararı ile Dolmabahçe Sarayı ve Beylerbeyi Sarayı, Milli Saraylar ismi altında muhafaza edilmek üzere, kurulacak Milli Saraylar Müdiriyeti yönetimine bırakıldı. 1 Mayıs 1925 yılında söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı’na istinaden Milli Saraylar Müdiriyeti kuruldu, kurumun başına müdür olarak Sezai Bey atandı.
      19.Yüzyılda Osmanlı yöneticilerinin ıslahat hareketlerine hız verdikleri bir çağda inşa edilmiş olan Dolmabahçe Sarayı, yine en önemli değişim hamlelerine Atatürk’ün eliyle cumhuriyet den sonra sahne olmuştur.   Nitekim Tanzimat dönemi, II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet devirlerinin siyasî hadiselerine tanıklık etmiş olan bu muhteşem saray, cumhuriyet sonrasında M. Kemal Atatürk’e de ev sahipliği yapmıştır.




                                                   Atatürk’ün Saraya İlk Gelişi

    1927 yılından itibaren Mustafa Kemal ile birlikte Dolmabahçe Sarayı artık Riyaset-i Cumhur Makamı olarak isimlendirilmiştir. Atatürk, başkent Ankara dışına seyahat ettiği zamanlarda İstanbul haricinde hiçbir yerde birkaç geceden fazla kalmamıştır. Ancak 15 yıllık cumhurbaşkanlığı süresince 31 kez İstanbul a gelen Atatürk’ün ilk gelişi 1 Temmuz 1927 son gelişi ise 27 Mayıs 1938 dedir. Bu 11 yıllık zamanının dört yılını Atatürk muhtelif fasılalarla başta Dolmabahçe Sarayı olmak üzere Beylerbeyi Sarayı, Yalova Riyaset-i Cumhur Köşkü ve Florya Deniz Köşkü’nde oturmuştur.
  Atatürk’ün kaldığı bu dört mekân da bugün Milli Saraylar bünyesindedir ve onun hatıralarıyla doludur. Yalnız Beylerbeyi sarayı’nda hiç yatmamış olup misafirlerini ve dostlarını ağırlama işinde kullanmıştır. En fazla kaldığı mekân İstanbul’da kendisine merkez ittihaz ettiği Dolmabahçe Sarayı olup İstanbul’a ilk gelişinde 1Temmuz 1927 Cuma günü ikindi sonrasında, saat altıyı biraz geçe, halkın temsilcileri kendisini bu sarayda karşılamışlar, ölümünden sonra ise halk cenazesini 19 Kasım 1938 cumartesi sabahı yine bu saraydan uğurladılar.
    1927–1938 tarihleri arasında muhtelif aralıklarla sarayda kalan Atatürk’ün, sarayda geçirdiği günlerin toplamının dört yıllık bir süreyi kapladığını görürüz. Şüphesiz bir askerî ve siyasi deha olan Atatürk’ ün hayatında dört yıl mühim bir yer tutar. Ne var ki Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayındaki hayatı, pek fazla işlenmemiştir. Atatürk’ün Dolmabahçe’deki hayatıyla ilgili yayınlar arasında şu ana kadar en tafsilatlısı N.Ahmet Banoğlu’ nun hazırladığı “Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı” adlı eser olsa da bunda dahi Mustafa Kemal’in Dolmabahçe Sarayında geçirdiği günler hakkındaki bilgiler yine de çok sınırlı haldedir. Yakınında ve sofralarında bulunanlar, onunla ilgili hatıralarda ne yazık ki not tutmamışlar fazla ayrıntılara girmemişlerdir.
    Gazi M. Kemal Atatürk 1927 yılının 1 Temmuz’unda İstanbul’a geldiği gün, doğrudan Dolmabahçe Sarayı’na girdi. Muayede Salonu’na gelen Atatürk burada kendisine saygılarını sunmak için toplanan heyetler ve davetlilere heyecan veren bir hitabette bulundu. Edebi bir eser olan bu hitabeti O’nun İstanbul’daki ilk nutkudur. Nutkunda Atatürk : “...artık bu saray milletin sarayıdır, ben burada milletin bir ferdi bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım...”diyordu. Atatürk kendisi böyle söylese de, saltanatın temsil edildiği bir sarayda kaldığı yinede ağızdan ağza dolaşır. Hâlbuki bu, yönetimin artık padişahlıktan halka geçtiğini göstermek için özellikle alınmış bir tavırdır. Nutkun bitişinden sonra, cumhurbaşkanını ilk başta halkın temsilcileri olan milletvekilleri, sonra sırasıyla Vali Süleyman Sami, Kolordu Kumandanı Şükrü Naili Paşa, Belediye Başkanı Muhiddin Bey ve salonda bulunan toplam 955 kişi Reis-i Cumhur’un ellerini sıkmak suretiyle saygılarını sundular.
     Hakikaten, iç tasarımının fevkalâde göz kamaştırıcı hazırlandığı, halkın zihninde padişahın ikametgâhı ve monarşinin sembolü durumunda olan sarayda acaba Atatürk her İstanbul’a gelişinde niçin oturmuştur? Ayrıca saltanatı temsil eden saray ile kendisinin hükmünü ortadan kaldıran cumhurbaşkanını ilk bakışta yan yana gelebilen unsurlar gibi görünmeyebilir.
     Asırlar boyunca, devletin siyasetini belirleyen saray, iktidarın ve yönetimde söz sahibi oluşun simgesi ve en üst düzeydeki kararların alındığı bir merkezdi. Saray kelimesi Farsça olup hükümdarın oturduğu yer anlamına gelir. Eski Roma’da zengin ve Kudretli kimselerin evleri Palatin dağı üzerinde inşâ edilmiş olduğundan bu nevî muhteşem ikâmetgâhlara Palatinus denirdi.  
   Atatürk’ün cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’u ilk ziyaretinde doğrudan doğruya saraya gelerek yerleşmesi ve daha sonraki gelişlerinde de çalışma ve ikamet amacıyla hep Dolmabahçe Sarayını tercih etmesi şüphesiz sarayın tarihimizdeki üstlendiği hâkim rol sebebiyledir.
      Tarihin akışı içerisinde üstlendiği bu hâkim rol nedeniyle saray, millet hafızasında daima hâkimiyetin sembolü olmuştur. Bu tavrıyla Atatürk, halka ve bütün dünya ya bundan böyle hâkimiyetin hanedandan millete, monarşiden cumhuriyete intikal ettiğini ve hâkimiyetin sembolü olan Saray’da artık bundan böyle hâkim gücün “ millet” olacağını sergilemiş oluyordu.    

                                      Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda

    Atatürk Dolmabahçe Sarayında bulunduğu sürece O bu sarayı yalnızca bir ikametgâh ya da dinlenme mekânı olarak görmeyerek devleti uğruna yoğun bir çalışma merkezi haline getirmişti. Saraydaki çalışmaları içinde özellikle üçü devrim tarihimiz açısından büyük önem taşır. Bunlar Harf İnkılâbı, Türk dili ve Türk tarihiyle ilgili çalışmalarıdır.
     1931 yılında tarih ve dil konularını devlet çalışmaları içine alan asker Mustafa Kemal, bu işleri son nefesini verdiği 1938 yılına kadar hem de sağlığını yıpratıcı bir yoğunlukta Dolmabahçe Sarayı’nda yürütmüştür. Riyaseti cumhur makamı olarak kullanılan saray böylece onun zamanında adeta bir akademi ve kültür merkezi halini almıştır. Konusunda uzman tarihçi ve dilciler yaz aylarında Atatürk’ün daveti üzerine sarayda birçok defa toplanmışlar, kendilerine tahsis edilen mekânlarda faaliyet göstermişlerdir.
    Osmanlı döneminde devlet işlerinde kullanılan ve “Mabeyn”  olarak isimlendirilen kısım, Atatürk tarafından da resmi temas ve kabullerde kullanılmıştır. Aynı şekilde Padişahın hususi dairesinin bulunduğu Harem bölümü Mustafa Kemal devlet işlerinde kullanmayarak şahsi istirahat mekânı şeklinde değerlendirmiştir.
     Dolmabahçe deki tarih ve fikir şöleni halinde geçen sofraları daima akademik bir toplantı özelliğini taşımıştır. Zaman, zaman bakanlar kuruluna başkanlık yapmış değişik zamanlarda yabancı devlet başkanlarını, elçilerini, basın mensuplarını, sanatçıları, şairleri, bilim adamlarını ağırlamış, resmi görüşmelerde bulunmuş, baloları, kabul törenlerini ve kültürel faaliyetleri icra etmiştir. Yabancı ülkelerden Türkiye’ yi ziyaret maksadıyla gelen misafirlere çok büyük yakınlık gösterirdi. Ancak onlar gelmeden evvel misafirlerin ülkeleri hakkında geniş bilgiler toplar. Hal tercümelerini ve kişilikleri hakkındaki bilgileri inceler, resmî toplantılar ve sohbetler için hazırlıklı olurdu. Yabancı misafirlerin memleketimiz hakkında iyi intibalarla ayrılmalarını isterdi. Bu nedenle ağırlama için yapılan program ve hazırlıkları önceden inceler gereken emirleri bizzat verirdi. Mesela 1931 tarihinde gelen Japon Veliahdını, Dolmabahçe Sarayı’nda ki ziyafet esnasında Japon tarihinde yaşanan önemli savaşları, Japon mitolojisi ve Japon edebiyatı üzerine yaptığı konuşmalarla şaşırtmıştı. 1934 Haziranın da Türkiye’yi ziyarete gelen uzun boylu İran Şahı Rıza Han Pehlevî’nin yanında rehber olarak görevlendirilecek generalimizin cüssece küçük kalmaması gerektiğini düşünmüş ve ordunun yüksek rütbeli komutanları arasında en iri yapılı olan Fahrettin Altay’ı mihmandar yapmıştı. Yine İngiliz kralına verdiği ziyafette sofranın İngiliz usulü hazırlanmasına dikkat etmişti.

                                                 Saraydaki çalışmaları

      1928 tarihinde İstanbul’a ikinci gelişindeki ziyaretinde Dolmabahçe Sarayı, cumhuriyet döneminin en kalıcı ve köklü yeniliklerinden Harf İnkılâbı’na tanıklık etti. 11 Ağustos 1928 de başta Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey ve bazı parlamenterler le beraber Lâtin Harfleri Komisyonu azâlarını saraya davet ederek, Cumhurbaşkanlığı maiyetindeki memurların da iştirak ettiği küçük bir topluluğa Süfera salonunda İbrahim Nemci Dilmen’e yeni harfler konusunda ders verdirdi. Dolmabahçe Sarayı’nda yeni Türk harfleri üzerine başlatılan bu ilk uygulama dersinin ardından sarayın üst kat büyük salonunda, yeni Türk harfleri üzerine 25 Ağustos, 27 Ağustos ve 29 Ağustos 1928 tarihlerinde üç kez konferans daha tertip edildi.
    Alfabe konusunda yapılan son toplantıda, Arab harflerini terk edip yerine Lâtin esasından alınan yeni Türk harflerinin kabulü hususunda görüş birliğine varıldı. Alkışlarla kabul edilen yeni alfabe böylece Osmanlı tarafından Dolmabahçe Sarayı’nda elçilerin kabul merasimlerine tanzim edilmiş olan Süfera salonu’nda onaydan geçti.
        Gazi M. Kemal’ in Dolmabahçe Saray’ında gerçekleştirdiği önemli çalışmalarından ikincisi, Türk dilini sadeleştirmeyi hedefleyen ve huzurunda üç kez icrâ edilen dil kurultaylarıdır. 26 Eylül 1932 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda, Muayede Salonu’nda I.Türk Dil Kurultayı’nı topladı. İki bin kişinin iştirak ettiği Birinci Türk Dil Kurultayı’ndaki izleyiciler arasında şeref locasında Atatürk’ün konuğu olarak Amerikan Genel Kurmay başkanı Mac Atrhur’ da bulundu. Bu Kurultayda Türk dilinin dünkü, bugünkü ve gelecekteki durumu görüşüldü, fikirler dinlendi ve çalışma kolları tesbit edildi.
     İkinci Türk Dil Kurultayı 18 Ağustos 1934’ te Dolmabahçe Sarayı’nın Medhal Salonu’nda Atatürk’ün huzurunda toplanmış ve 23Ağustos’a kadar sürmüştür. Bu kurultaya yabancı dil bilginleri de katılmıştır. II. Kurultay’da Türkçenin dünya dilleri arsındaki yerinin tesbiti ve Türkçe kökler ve eklerle yeni kelimelerin yapılması konuları tartışıldı.
   Ağustos 24–31günleri arasında 1936’da toplanan Üçüncü Türk Dil Kurultayı, yine Medhal Salonu’nda Atatürk’ün huzurunda gerçekleşti. Kurultayın gündemini, Türk dilinin taş ve maden devrinde, kültür sözcüklerini göçler yoluyla yeryüzündeki dillere yayan eski ve büyük bir kültür dili olduğunu savunan Güneş- Dil Teorisi aldı. Bu kurultayda “Türk Dili Tetkik Cemiyeti”nin adı bizzat Atatürk tarafından “Türk Dil Kurumu” olarak değiştirilmiştir.

                                                            Tarih sevgisi

    Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâpları içerisinde, gençliğe bıraktığı en mühim miraslardan ikisi şüphesiz dil ve tarih mevzularıdır. O’na göre her ikisi de bir milleti, millet yapan en mühim unsurlardır.
    Türklerin tarihlerinin eskiliği ve insanlığa hizmetlerini esas alan Türk tarih tezinin aydınlığa kavuşturulması gayesiyle, Atatürk 1932 yılının temmuzunda I. Türk Tarih Kongresini topladı. İçlerinde tarih profesörlerinin ve lise öğretmenlerin bulunduğu toplam 232 kişinin katıldığı I. Türk Tarih Kongresi 2- 11 Temmuz günleri arasında Ankara Halk Evi’nde düzenlendi. Atatürk’ü bu kadar çetin bir çalışmanın içine iten esas neden, Türk milletini ortak bir tarih ülküsü ve bilinci etrafında toplama gayesiydi. Nitekim Türk milletinin gerçek tarihinin ortaya çıkması için bu konuları ele aldığı 1931 yılından, son nefesini verdiği 1938’e kadar yedi yıl durmadan didinmiş, bu işleri devlet çalışmaları içerisine almıştır. Atatürk’ün, 1930–1937 yılları arasında yoğunlaştırdığı tarih çalışmaları Türkiye’de hamasetten uzak, modern tarih anlayışının yerleşmesinde başlangıç teşkil eder.
      Mustafa Kemal, bu defa 20 Eylül 1937 tarihinde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda (Medhal salonu / divanhane ) II. Türk Tarih Kongresi’ ni tertib etti. Bu kongreye yurt dışından yabancı tarihçiler de davet edildi. Uygarlık kollarının her tarafa Orta Asya’dan yayıldığını ve göçlerin yine oradan başladığını iddia eden Türk tarih tezi onların incelemesine sunuldu. 20 – 25 Eylül tarihlerinde tertiplenen ve uluslararası bir kongre niteliğini taşıyan bu toplantılarda yapılan açıklamalarla Türk tarih tezinin evrensel bir tarih gerçeği olduğu anlaşıldı. Bu tezin kabul edilmesiyle milli tarihimiz, gerçek karakterini dünyaya kabul ettirmiş oluyordu.
   Bu kongre için bir de, Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonunda Tarih sergisi hazırlandı. Sergi komitesi işe başlayacağı günden itibaren saraydaki bürosunda ve atölyesinde çalışmıştır; bu sergi için sarayın bodrum katında bir depo tahsis edilmiştir. Hazırlanmasında yerli ve yabancı uzmanlardan yararlanılan bu sergi Atatürk’ün vefatına kadar halka açık kalmıştır.

                                                 Son senesi

    İstanbul’a son geldiği tarih 1938 yılının 27 Mayıs günüdür. Son gelişi çok hazindi çünkü Cumhurbaşkanı artık yorgun ve çok hastaydı. Doktorlar Ankara’ ya dönmesine izin vermediler. Hayatının son 5,5 ayını (yaklaşık bir buçuk ayını Savarona’ da olmak üzere)  Dolmabahçe Sarayı’nda istirahat ederek geçirmek zorunda kaldı.
      Bundan sonra Atatürk’ün rahatsızlığı artarak gittikçe kuvvetten düştü. Meş’um hastalık ilk defa 23 Ocak 1938 günü Yalova’da Prf. Dr. Nihad Reşad Belger tarafından teşhis edilmiş ve o günden sonra hükümet ve hekimler ciddi bir alakayla siroz’un seyrini yavaşlatacak tedbirlere başvurmuşlardı.
    En büyük arzusu Ankara’ya gidebilmek ve cumhuriyetin on beşinci yılı dönümü kutlamalarında halkıyla beraber olup geçit resmine riyaset edebilmek ve nutku bizzat kendisi okumak istiyordu. Bu arzusunun yerine gelmesine hastalığı izin vermedi. Yerine nutku okuyacak olan Başbakan Celal Bayar’a nutkun hazırlanmasında yardım etti. Nutkun sonundaki  Şimdiye kadar olduğu gibi bütün işlerinde Büyük Millet Meclisi’ne başarılar dilerim ifadeleri Atatürk’ün siyasi sahada söylediği son sözü oldu. Nitekim Cumhuriyetin on beşinci yıl merasiminde Atatürk’ün nutku, Celal Bayar’ın sesiyle dinlenildi
    Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılışından sonra naaşı, 16–17–18 Kasım tarihlerinde Muayede Salonu’nun kara tarafına yerleştirilen bir katafalka konmuş ve çok sevdiği halkı O’nun manevi huzurunda saygı geçişinde bulunmuştur.  Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım'ın arzusu üzerine saat sekize on kala salonun ortasındaki büyük kristal avizenin altına konmuş  iki masa üzerine tabut yerleştirildi. Cenaze namazı 19 Kasım 1938'de saat sekize beş kala İslam Tetkikleri Enstitüsü Profesörü -daha sonra Diyanet İşleri Başkanılığı görevine getirilen - Şerafettin Yaltkaya Türkçe olarak kıldırdı. Müezzinliğini Hafız Yaşar Okur aldı.  Aynı günün sabahı, naaşı saraydan top arabasıyla alınarak Yavuz zırhlısıyla İzmit’e, oradan demir yoluyla Ankara’ya Etnografya Müzesi’ne nakledildi.
      Türkiye’de İmparatorluğa olduğu gibi Cumhuriyet devletine de aynı gayede hizmet veren saray, halen müze-saray olarak tarihteki yolculuğuna devam etmektedir.




Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Atatürk’ün ağırladığı konuk devlet adamları:

—1928.    Afgan Kralı Emanullah Han,
—1931.    Japonya Veliaht Prensi Takamutsu
—1932.    Irak Kralı Faysal,
—1932     21 Ağustos Fransız eski başbakanlarından Herriot sarayda 2.5 saat görüştü.
—1932.    26 Eylül Amerikan genelkurmay başkanı Mac Arthur,
—1932.    4 Ekim Yugoslavya Kralı Aleksandr,
      —1933.    4 Ekim Yunanistan başbakanı Çaldaris,
      —1933     Mısır eski Hidivi Abbas Hilmi Paşa
      —1933.    Rus Genelkurmay Başkanı Voroşilof ve Budieni,
   —1933     26 Eylül. Yunan eski başbakanı Venizelos,
—1934     24 Haziran İran Şahı Rıza Pehlevî,
   —1936     4 Eylül İngiltere Kralı 8. Edward,
—1937     3Haziran Ürdün Kralı Abdullah,
      —1938     19 Haziranında yatla gelen Romanya Kralı Karol, Atatürk ile Savarona’da görüştü.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Atatürk ve İstanbul


    1 Temmuz 1927 yılında, cumhurbaşkanı olarak İstanbul’a geldiği ilk gün: “İki büyük cihanın mültekasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği”  diye tarif ettiği İstanbul kentinin Atatürk’ün hayatında şüphesiz büyük etkisi olmuştur.
Nitekim yüksek tahsilini II. Abdülhamid döneminde bu şehirde yapmış ve gençliğini sıkıntılı yıllarda yine bu şehirde geçirmiştir.
    Atatürk’ün İstanbul’a ilk geliş tarihi,13 Mart Pazartesi günü Mekteb-i Fünun-u Harbiye-i Şahanesi’ne kaydolduğu 1899 yılıdır.
Alevler içindeki gökyüzüne doğru gölge gibi yükselen minareler ve pembe bir ışık deryasında yıkanan İstanbul’un müthiş güzelliği..” Piyer Loti’nin kaleminden
 O’nu öyle büyülemiştir ki o sene gençlik hayallerine kapılan bu genç Harbiyeli girdiği bu yeni dünyanın çalkantıları arasında ders kitaplarını bir kenara atmış hatta İstanbul’un ilk etkisinden kurtuluncaya kadar annesine mektup yollamayı bile geciktirmiştir.
 Manastır Askeri İdadisi’nin hep başlarda giden yetenekli ve gözde talebesi Mustafa Kemal, nihayet ders yılı sonunda imtihanlar gelip çatınca, kendi tabiriyle “gençlik Hayalleri”nden ve daldığı rüyadan uyanarak derhal toparlanmış ve birinci sınıfı yirmi yedincilikle de olsa geçmişti.
Erkan- harb (kurmay) eğitimi dâhil 1905 tarihine kadar aralıksız altı yıl İstanbul’da okumuştur. 19-25 yaş arasındaki gençlik dönemine rastlayan bu yıllar içinde Mustafa Kemal’in çevresindeki zengin ve soylu ailelere mensup okul arkadaş grubundan İstanbul’a has incelikleri, hayat anlayışını özümsediğini ve kibar kişiliğinin oluşumunda payı olduğu söylenir. General Ali Fuat CEBESOY’UN Sınıf Arkadaşım Atatürk adlı hatıratında bu yargıyı doğrulayan pek çok anekdot ve açıklama vardır. Beyoğlu’nu renkli dünyasına Mustafa Kemal’in katılışı bu grupla olmuştur. Onlarla bazen Beyoğlu’nda Zeuve Alman Birahanesi’nde içmiş,  Karaköy’de İngiliz Con Paşa’nın lokantasına birçok kez gitmiş, Arkadaşlarıyla vapuru kaçırınca Adalar’da çamlar altında sabahladığı olmuştur. Tepebaşı ve Taksim bahçelerinde müzik dinlemiş, Sirkeci’de Selanik ve Bab-âli’deki Meserret Kıraathanelerine devam etmiştir.
Büyük ümitlerle Harb Akademisi’nden mezun olduğu 1905 yılında ismi padişaha suikast hazırlayanlar arasına karışınca tutuklanır ve sorgulamanın ardından hapse atılır. Birkaç ay sonra Şam’daki 5.Ordu’ya sürgün olarak atanır.
31 Mart Olayı ardından 23 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nun kurmay subayları içinde yer alan Mustafa Kemal’i daha sonra aralıklarla 1912,1913 ve 1915’te İstanbul’da görürüz.
1917 yılının Kasım ayında Suriye’den gelerek Genel Kurmay emrine verilir. Bugün İran Elçiliği karşısında bulunan bugünkü İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin bulunduğu bina olan Birinci ordu Karargâhı’nda bir ay görev yapar.
Bu arada Pera Palas Otel’inde kalan Atatürk, 1917 yılının 15 Aralığı’nda Veliahd Vahideddin ile Almanya gezisine çıkarak 5 Ocak 1918’de tekrar İstanbul’a döner. Böbrek rahatsızlığı sebebiyle 25 Mayıs 1918 ‘de Viyana’ya gider fakat 3 Temmuz’da Sultan Reşad’ın vefatı ve yerine Vahideddin’in tahta çıkışı münasebetiyle tedavisine ara vererek 2 Ağustos 1918 tarihinde İstanbul’a gelerek doğrudan Pera Palas’a yerleşir. Memleket meseleleri üzerine üç kez padişahla görüşen Mirliva Mustafa Kemal, istemediği halde Yedinci Ordu’ya ikinci kez atanarak 2 Eylül 1918 tarihinde İstanbul’dan ayrılır.
     Birini Dünya Savaşı sonunda Osmanlı ordularının terhis edilmesine başlanması üzerine bu sırada Adana’ da bulunan Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam İzzet Paşa’dan aldığı emir üzerine,13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a geldi.

    13 Kasım 1918 Çarşamba günü tekrar İstanbul’a dönüşü bu sefer çok hazindir zira İtilaf devletlerinin donanmalarının İstanbul’a gelip demir attığı güne rastlar. İlk birkaç gününü Pera Palas’ta geçirir fakat yabancı subaylarla dolu olan bu otelde fazla kalamayacağını düşünerek Suriye’den dostları olan Salih-Selma FANSA çiftinin Beyoğlu Hava Sokakta ki apartmanlarına yerleşir. Arasıra da annesine ziyarete gidip geliyor, annesi de bu evi sık sık ziyaret ediyordu.


                                                  Hava sokak Beyoğlu


   Burada Franko Paşa’nın apartmanının dördüncü katında oturan Atatürk, yeni bir görev verilinceye kadar uzun bir zaman İstanbul’da kalacağını anlıyor. Güvenlik nedeniyle bu evde de fazla kalamayacağını anlayan Atatürk bu defa 21 Aralık 1918’de nihayet Şişli’de bugün müze olan, Madam Osep Kasapyan’ın evini kiralıyor. Beşiktaş Akaretler Mahallesindeki annesini ve kız kardeşi Makbule’yi de bu eve getirerek, evin üçüncü katını onlara ayırıyor. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu.
16 Mayıs 1919 Anadolu’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılıncaya kadar bu evde kalan Atatürk’ün vatanı kurtarmak için halka dayalı bir mücadeleyi başlatma kararını bu evde aldığını ve kurtuluş savaşı esaslarını hazırlamada arkadaşlarıyla yoğun toplantılarını burada yaptığını biliyoruz. Mustafa Kemal’in 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmesinin ardından annesi ve kız kardeşi tekrar Akaretler Mahallesindeki 76 numaralı eve döndüler. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, Cemil sönmez.s71
Beyoğlu’nda Bursa sokağında oturan Madam Corinne adlı çok iyi piyano çalan, Türkçe, İtalyanca, Fransızca bilen fevkalade kibar bir hanımla henüz Harbiye’de okurken dostluk kurmuştur. Hayata bakışında, kadın- erkek ilişkilerini algılayışında, Batı’yı örnek seçişinde bu hanımın etkili olduğunu ailesinden ve kendinden çok feyiz aldığını bizzat, Atatürk, çok sonraki yıllarda itiraf etmiştir.


   Atatürk’ün İstanbul’da Talebeliğinde Devam Ettiği Bazı Yerler


Beyoğlu’da Zeuve Birahanesi

Beyoğlu Postanesini geçince İşbankası’na gelmeden  (Oda Kule’nin karşısı) önce sağ tarafta bugün Fransa sefareti rezidansına inen yokuşun baş tarafında mahzen gibi bir yer. Sahibi eski bir Alman assubayı olan bu yere pek hafiyeler uğramadığından dolayı Avrupa’da çıkan gazeteler rahatça okunabiliyordu. Mustafa Kemal’in buraya sık uğramasının sebeplerinden birisi belki bu olabilir.
Günümüzde okul olarak kullanılan binanın zemininde bir zamanların Alman Zeuve Birahanesi.(sağda). Sokağın az aşağısında Fransa sefareti rezidansı  yer alıyor.



Con Paşa’nın Lokantası

Neredeyse her hafta sonu Atatürk’ün arkadaşlarıyla uğradığı yerlerden bir tanesiydi. Lokanta, Tünel’in Galata kapısından çıkıldıktan sonra Köprü istikametine giderken sol köşedeki üç katlı binanın ikinci katıydı.. O zamanlarda lokanta bölümüne içerisinde İngiliz malları satan dükkanın içindeki merdivenlerden çıkıldığı yer olduğundan, inzibatların yine uğramadığı bir mekandır. Bu bina halen mevcuttur. İçerisinde hırdavatçılar iş yapmaktadır. Orijinal giriş kapısı kapalıdır.


Tepebaşı Bahçesi

Zamanın ünlülerinin ve sosyetenin devam ettiği danslı eğlenceli özel bir bahçeydi burası. Bahçe haline getirilmesi 1870 yıllarına dayanır. Bahçenin dört bir tarafı demir parmaklıkla çevrilidir. İki yanında birer gişesi olan kapısından içeriye para ödenerek girilir. Bahçenin arka tarafı Pera Palas Oteline bakar, ön tarafları ise Haliç manzarasını görür. Bahçenin orta yerinde sivri çatılı, güvercinlik biçiminde bir kameriye, bir orkestra yeri vardı.
 Masalarda kelli felli Paşalar, beyler, mösyöler, madamlar, madmazeller başı çekerdi. Kameriyeden Faust,Traviata, Aida, Rigoletto gibi ağır opera melodileriyle Mavi Tuna Dalgaları, Lüksemburg valsi gibi oynak havalarda yükselirdi. Tepebaşı bütün Servet-i Fünuncuların bahçesidir. Bu bahçenin müdavimleri arsında Hüseyin Cahit Yalçın, Abdülhak Hamid, Recaizade Ekrem, Süleyman Nazif, Şair Abdülhalim Memduh, Ali Kemal, Abdülhak Şinasi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Refik Halid Karay’ı sayabiliriz.


Taksim Bahçesi

19. yüzyılın sonlarında Tepebaşı Bahçesi kadar ilgi toplayan bir yer olan Taksin Bahçesi’nin diğerinden farkı, kışın da hiç boşalmamasydı. Karda, donda erkekler paltolarına, kadınlar mantolarına sımsıkı sarılıp buraya gelirler . Onları çeken buradaki asırlık ağaçlar ve çevrenin güzelliğidir.  Bahçenin ortasında bir mızıka köşkü ve gazinosu olan bu mekana daha ziyade İstanbul’da görev yapan sefirler itibar ederlerdi.

Evler

 Harbiye’de okurken Mustafa Kemal’in kaldığı evler, talebe arkadaşı General Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa’nı Salacak’taki evi ve sonradan satın aldıkları Kuzguncuk’taki köşk. Enver Behnan Şapolyo: “Hafta sonlarında Şehzadebaşı’nda oturan Selanikli Evranoszade Muhsin Bey’i ziyaret ederdi” der. Sıf arkadaşlarının bahsettikleri Beyoğlu’da pansiyoner olarak kaldığı Madam’ın evinin yerini maalesef bilmiyoruz. Çok sık ziyaret ettiği ve daha sonra mektuplaştığı Madam Corinne önceleri Harbiye Mektebi’nin karşısındaki sıra evlerin birinde otururken sonra Beyoğlu’daki Bursa sokağına taşınmıştır.

                                  Bursa sokak Beyoğlu ( yeni adı Sadri Alışık sk.)

Özgürlük mücadelesinin hazırlıklarına sahne olmuş olan Bursa sokağındaki  bu evin Atatürk’ün hayatında önemli bir yeri vardır şüphesiz.
  Bu arada Atatürk’le ilgi tarihlerde ve anlatımlarda bir takım tutarsızlıklarda vardır. Mesela Akademiden mezun olduktan sonra Ali Fuat Cebesoy : “ Mustafa Kemal ve tayinlerini bekleyen birkaç arkadaşı Sirkeci’de bir pansiyon kiraladolar” derken Lord Kinros ise: “ Yüzbaşı çıktığı zaman Bayezit’te birkaç arkadaşiyle birlikte bir Ermeni’nin evinde kira ile oturuyorlardı.” Diye yazar. Ata ve İstanbul, Sadi Borak. S.32,Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayınları. İstanbul 1983.

Akaret-i Seniyye Evleri

  Sultan Abdülaziz zamanında, Dolmabahçe Sarayı’nda çalışan personelin ikamet etmesi için bugünkü lojman anlayışı ile Beşiktaş’ta, inşa edilen Akaret-i Seniyye Evleri, 139 konuttan oluşan bir vakıf kuruluşudur. Arapça gelir getiren emlak anlamına gelen Akaretler, daha sonra saray dışından kimselere de kiraya verilir olmuştur. Şair Nedim ve Spor caddelerine bakan bu binalardan dolayı, bugün semtin adı akaretlerdir. Akaretler Sıra evlerinin çevresinde yer alan bahçeli evlerde öteden beri seçkin saray memurları oturuyorlardı.
          Akaretler yapılar grubunun değişik bloklarında Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ten, kuvvetli fırçası ile 20 seneden fazla zaman İstanbul’un güzelliklerini resimleyen Fausto Zonaro(50 numaralı evde ), yazar Sabahattin Kudret Aksal’dan İzmir’li kumandanlardan Ferik Fahreddin Abbas Veral’a, Tunus’un bağımsızlık mücadelesine büyük emek veren Ali Baş Hamba’ya kadar pek çok ünlü oturmuştur.   M.Burak Çetintaş. Dolmabahçe’den Nişantaşı’na.s135
        Balkan Savaşı’nda, 8 Kasım 1912 senesinde Selanik Şehrinin Yunanistan’a teslim edilmesinin ardından, Türkler Selanik’ten ayrılmak zorunda kaldılar. Bu arada Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım kızı Makbule Hanımı alarak İstanbul’a gelir ve Akaretler mahallesindeki 76 numaralı eve yerleşirler.
   Ara sıra cephelerden İstanbul’a geldiğinde Mustafa Kemal Paşa annesi ile kız kardeşinin yanına gelir ve evin en üst katını kullanırdı. Nitekim Anafartalar’ın kahramanı 27 Kasım 1915’de göğsünden rahatsızlanınca Çanakkale’ den izinli gelerek İstanbul’daki bu evde birkaç ay istirahat etmiştir.
     Ancak Cepheden geldiği zamanlar annesini ziyaret edebilen Mustafa Kemal’in bu evde çok sık kalmadığını, onlarla beraber bir evde pek oturmak istemediğini de biliyoruz. Kendisi, annesi ile beraber kalmadığını şu suretle anlatıyor:
“Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğum evde ne anne, ne kız kardeş, ne de ahbapla beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve müstakil bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır.”  Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Enver Behnan Şapolyo,s 58

    


                      Cumhurbaşkanı Olarak İlk İstanbul’a Gelişi.


Vatanı kurtuluşu ve milletinin istiklali için atıldığı Anadolu’daki mücadelede, İstanbul düşman çizmeleri altında inlerken O Ankara’dan 22 Haziran 1923 tarihli İstanbul gazetelerine verdiği uzun demecinde şöyle sesleniyordu: “ Türk ve Müslüman İstanbul, milli mücadele boyunca millet ve vatan aşkımızın mukaddes ve ulvi bir mihrabıdır. Hiçbir hadise, hiçbir kuvvet bizi bu mukaddes mihraptan çevirmeyecektir. Bu gün her Türk ve Müslüman kalbi İstanbul aşkının, İstanbul hasret ve iştiyakının bir harimidir.  Dört beş asırlık milli mesaimizin mahsulü bu güzide şehrimizde toplanmıştır. Milli kabiliyetimizin ebedi ve beliğ birer nişanesi olan bina, abideler, müesseseler hep oradadır.” Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı. Niyazi Ahmet Banoğlu .II.cilt Milli Eğitim Basımevi İstanbul 1973


İstanbul kentinin cumhuriyet tarihinde, halkın yediden yetmişe iştirakiyle gerçekleşen iki büyük törenden birincisi; Atatürk’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’a bu ilk gelişi, diğeri ise 1938 tarihinde ölümünü takip eden günlerdeki cenaze törenidir.

 
              Atatürk'ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla Dolmabahçe Sarayı'na ilk gelişi
                                                       1 Temmuz 1927


    İstanbul’a gitmenin zamanının geldiğine karar veren Gazi Mustafa Kemal Paşa Ankara’dan trenle 1Temmuz 1927 Cuma günü Kocaeli’ne indi. Saat 12.50 de Sultan Abdulhamid’in Ertuğrul Yatı’na geçerek hareket etti. Ertuğrul yatı’nı, Hamidiye Kruvazörü, Berk-i Satvet, Peyk-i Şevket zırhlıları ile Taşoz, Samsun ve Yarhisar torpidoları takip ediyorlardı. O gün İstanbul görülmemiş günlerinden birini daha yaşıyordu.  Saat 15.00 sularında adalar açığına gelen Atatürk’ü halk, o gün tarihte misli az rastlanır bir biçimde karşılamıştır. Günler öncesinde organize edilerek hazırlanan halk Atatürk’ü görebilmek için Maltepe’den Adalar’a, Adalar’dan Fenerbahçe’ye, Ahırkapı’dan Sarayburnu’na, Üsküdar’dan Boğaziçi’ne kadar bütün sahilleri doldurmuştu. Ayrıca İstanbul halkının binlercesi, Atatürk’ü karşılamak için vapurlara, römorkörlere, kayıklara hücum ederek denize açılmışlardı. Sergilenen bu manzara ile verilmek istenen mesaj İstanbul’da halen mevcut olan muhaliflere karşı, cumhurbaşkanına İstanbul halkının bağlılığın ve desteğinin tam oluşu, dünyaya karşı da şefleri etrafında milletin yekvücut olduğunun bir ispatıydı.
   İkindi sonrasında, saat altıyı biraz geçe, Nil Muşu Dolmabahçe rıhtımına yanaştı. Atatürk karaya ayak basar basmaz Deniz Bandosu İstiklal Marşı’nı çalmaya başladı. Balkan Harbi’nde şehit olan Binbaşı Ziya Bey’in kızı Naime ve Hasan Rıza Bey’in kızı Adalet Hanımlar, şehir namına birer buket takdim ettiler.
—“Benim için dünyada en büyük mükâfat, milletimin en ufak bir takdir ve iltifatıdır”  diyen Mustafa Kemal kelimenin en yüksek ifadesiyle heyecan içindeydi. Rıhtıma yanaşırken, Cumhuriyet Başmuharriri kendisine yaklaşarak ihtisaslarını sorduğunda, Atatürk, gülümseyen bir çehre ile dönerek:
—“Hatıralarımı, toplamaya çalışıyorum, biraz sonra, onları size söyleyeceğim”  demişti.
   
Istıraplı bir zamanda, 8 sene, 1 ay ve 26 gün evvel bir Cuma günü Padişah Vahideddin’le Dolmabahçe Valide Camii “Mahfil-i Hümayunu”nda yaptığı son görüşmeden sonra, vatanın kurtuluşu ve milletin istiklali için terk etmek zorunda kaldığı İstanbul’a yine bir Cuma günü dönmüş oluyordu. Rıhtımdan Hazine Kapı’ya kadar halı serili olan çiçekler atılmış yoldan yürüyerek maiyet erkânı ile bahçeye giren Atatürk selama duran askerlerin arasından geçerek saraya girdi. Biraz istirahat ettikten sonra kendisine saygılarını sunmak üzere bekleyen muhtelif cemiyetlerin ve teşekküllerin temsilcilerinin bulunduğu Muayede Salonu’na gitti. Aradan 11 yıl sonra yine aynı salonda fakat bu sefer halkın kendisi, ihtiram geçişini müteakip cenazesini 19 Kasım 1938 cumartesi sabahı yine bu saraydan uğurlamışlardır.


                                     Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda

1927 yılından itibaren Mustafa Kemal’le birlikte Dolmabahçe Sarayı Hümayunu artık Riyaset-i Cumhur Makamı olarak isimlendirilmiştir. Atatürk, başkent Ankara dışına seyahat ettiği zamanlarda İstanbul haricinde hiçbir yerde birkaç geceden fazla kalmamıştır. Ancak 15 yıllık cumhurbaşkanlığı süresince 31 kez İstanbul a gelen Atatürk’ün ilk gelişi 1 Temmuz 1927 son gelişi ise 27 Mayıs 1938 dedir. Bu 11 yıllık zamanının dört yılını Atatürk muhtelif fasılalarla başta Dolmabahçe Sarayı olmak üzere Beylerbeyi Sarayı, Yalova Riyaset-i Cumhur Köşkü ve Florya Deniz Köşkü’nde oturmuştur. Atatürk’ün kaldığı bu dört mekân da bugün Milli Saraylar bünyesindedir ve onun hatıralarıyla doludur. Yalnız Beylerbeyi sarayı’nda birkaç istisna dışında hiç yatmamış olup misafirlerini ve dostlarını ağırlama işinde kullanmıştır. En fazla kaldığı mekân İstanbul’da kendisine merkez ittihaz ettiği Dolmabahçe Sarayı’dır. Bir vakit saltanatın temsil edildiği saray artık Riyaset-i Cumhur Makamı’nın İstanbul’da temsil edildiği mekândır.

    1927–1938 tarihleri arasında muhtelif aralıklarla sarayda kalan Atatürk’ün, sarayda geçirdiği günlerin toplamının dört yıllık bir süreyi kapladığını belirtmiştik. Şüphesiz bir askerî ve siyasi deha olan Atatürk’ ün hayatında dört yıl mühim bir yer tutar. Ne var ki Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayındaki hayatı, pek fazla işlenmemiştir. Atatürk’ün Dolmabahçe’deki hayatıyla ilgili yayınlar arasında şu ana kadar en tafsilatlısı N.Ahmet Banoğlu’ nun hazırladığı “Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı” adlı eser olsa da bunda dahi Mustafa Kemal’in Dolmabahçe Sarayında geçirdiği günler hakkındaki bilgiler yine de çok sınırlı haldedir.  
 Gazi M. Kemal Atatürk 1927 yılının 1 Temmuz’unda İstanbul’a geldiği gün, doğrudan Dolmabahçe Sarayı’na girdi. Muayede Salonu’na gelen Atatürk burada kendisine saygılarını sunmak için toplanan heyetler ve davetlilere heyecan veren bir hitabette bulundu. Edebi bir eser olan bu hitabeti O’nun İstanbul’daki ilk nutkudur. Nutkunda Atatürk : “...artık bu saray milletin sarayıdır, ben burada milletin bir ferdi bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım...”diyordu. Atatürk kendisi böyle söylese de, saltanatın temsil edildiği bir sarayda kaldığı yinede ağızdan ağza dolaşır. Hâlbuki bu, yönetimin artık padişahlıktan halka geçtiğini göstermek için özellikle alınmış bir tavırdır. Nutkun bitişinden sonra, cumhurbaşkanını ilk başta halkın temsilcileri olan milletvekilleri, sonra sırasıyla Vali Süleyman Sami, Kolordu Kumandanı Şükrü Naili Paşa, Belediye Başkanı Muhiddin Bey ve salonda bulunan toplam 955 kişi Reis-i Cumhur’un ellerini sıkmak suretiyle saygılarını sundular.
    Atatürk Dolmabahçe Sarayında bulunduğu sürece O bu sarayı yalnızca bir ikametgâh ya da dinlenme mekânı olarak görmeyerek devleti uğruna yoğun bir çalışma merkezi haline getirmişti. Saraydaki çalışmaları içinde özellikle üçü devrim tarihimiz açısından büyük önem taşır. Bunlar Harf İnkılâbı, Türk dili ve Türk tarihiyle ilgili çalışmalarıdır.

     1931 yılında tarih ve dil konularını devlet çalışmaları içine alan asker Mustafa Kemal, bu işleri son nefesini verdiği 1938 yılına kadar hem de sağlığını yıpratıcı bir yoğunlukta Dolmabahçe Sarayı’nda yürütmüştür. Riyaseti cumhur makamı olarak kullanılan saray böylece onun zamanında adeta bir akademi ve kültür merkezi halini almıştır. Konusunda uzman tarihçi ve dilciler yaz aylarında Atatürk’ün daveti üzerine sarayda birçok defa toplanmışlar, kendilerine tahsis edilen mekânlarda faaliyet göstermişlerdir.


  Belki de Atatürk’ün en çok merak edilen tarafı, törenlerin ve resmikabullerin haricinde, acaba O bir gününü sarayda nasıl geçirir, neyle meşgul olurdu. Atatürk’ün daima yakınında olanlar maalesef, hatıralarında bu özel mevzulardan fazlaca söz açmamışlar ayrıntılara girmemişlerdir.
    Genellikle geceleri yatmayan Atatürk sabahları çok geç kalkardı. Kahvaltı yaptığı pek söylenemez. Resmikabul ve mülâkatların olmadığı günlerdeki boş zamanlarında kütüphanede meşgul olmanın haricinde daha ziyade yanına en yakın arkadaşları olan Kılıç Ali, Salih Bozok ve Nuri Conker’i alarak sık sık otomobille şehir içinde ya da motörle Boğaz’da gezintilere çıkardı. Korumaları zor durumda bırakan bu tür gezilerde otomobilden inerek köprü üstünde halkın arasında yürür, tanınmış pastanelere ve lokantalara girer çıkar bazen bilet alarak trene tramvaya binerek halkın içine karışıp onlarla konuşmaktan hoşlanırdı. Devlet başkanını öyle birdenbire aralarında korumasız vaziyette alelade görmeye pek alışık olmayan halkın sevgi ve saygısı, Atatürk’ün bu sempatik halleri karşısında tabii olarak artıyordu. İlk şaşkınlığın ardından vatandaşlar derhal tezahürata geçerek sevgi ve bağlılıklarını sergilerlerdi. 
-“ Atatürk milleti ile yakından temas etmeyi çok severdi.. Park Otelde, Tokatlıyanda, Deniz ve Yat kulüplerinde ve bazı gazinolarda halk ile yakından temas ederek hep beraber eğlendiği zamanlar neşesine payan olmazdı..
Kılıç Ali, Atatürk’ün hususiyetleri, s.66. Sel Atatürk Kütüphanesi Serisi Yayınları İstanbul1955
-“.. Atatürk neden sonra yazları İstanbul’a gelmeğe karar vermişti. Başlıca zevklerinden biri çatana ile Boğaz gezileri yapmaktı. Yalıları sıyırarak geçerdik. Atatürk halk ile kalabalık içinde yaşamak meraklısı idi. Halkın eğlendiğini görmekten zevklenirdi. Bazen, mesela Kalamış koyunda, motörü kayıklar arasında durdurur, deniz seyrancıları ile haşır neşir olurdu. Henüz denize girmiyordu. Biraz yüzmeyi sonra öğrendi...” Çankaya V. Falih Rıfkı Atay. Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık ltd. 1999


                                                                                                                   Ünal  KARINCALI