25 Mart 2011 Cuma

HAL’İ TEBLİĞE MEMUR HEYET SULTAN HAMİD HUZURUNDA


31 Mart Vakası bahanesi ile Hareket Ordusu İstanbul’a yaklaştığında Sultan Abdülhamid Han, mukavemet ve mukabeleyi kabul etmemiştir ve Yıldız Sarayı civarındaki kışlalarda bulunan Hassa Alayları’na hiçbir şeye karışmamaları ve kışlalarından dışarı çıkmamalarını emretmişti. Bu ortamda 1909 senesinin Nisan ayının 25. günü Mahmud Şevket Paşa, İstanbul’a girdi ve Sultan Abdülhamid’in Birinci Ordu kumandanı Nazım Paşa ile beraberindeki generallere Hareket Ordusu’na karşı konulmaması için verdiği emir yüzünden kolayca şehre hâkim oldu.
  Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiçbir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı… Her seviyedeki adamın bir fiyatı olduğuna inanırdı… Hareket Ordusu, üç beşbin kişiden ibâretti. Arnavud, Yahudi, Rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk’tü. Son Cuma selâmlığında birkaç gün önce kendisine refekât eden 8000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Şevket Paşa, böyle hareket etmesi için padişaha yalvardı, kâbul ettiremedi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal’inden bir kaç gün önceki son selâmlığında “Padişahım çok yaşa” âvâzeleriyle yeri göğü inleten halk, samimi idi…*
    Mahmud Şevket Paşa ilk iş olarak Örfi idare ilan edip bir kısmı tamamen masum birçok insanı astırıp meydanlarda teşhir ettirdi. Her gün infaz edilenlerin kararları saraya iletildiğinden Hazine-i Hassa Arşivi’nde bu mevzuda çok sayıda belgeler mevcuttur. Gücünü ordudan alan İttihad Ve Terakki Partisi, hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da müthiş bir terör havası estirmeye başladı. Padişaha bağlı Birinci Ordu askerleri angarya iş­lerde çalıştırılmak üzere Rumeli yol­larına sürüldü. Hafiyelik bu defa farklı bir şekle büründü; basına sansürün âlâsı getirildi. Sonunda meşrutiyet, özgürlükler adı altında parlamentolu bir dikta haline geldi.
Diğer taraftan Meclis-i Meb’usan ikinci reisi Tal’at Bey, İttihad ve Terakki genel başkanı sıfatıyle, meclislere hâkimdi. Mahmud Şevket Paşa, Senato ile Meclis’i (Meclis-i Ayan ve Meclis-i Meb’usan) “Meclis-i Umum-i Milli” adı altında birleşik toplantıya çağırdı.
         Bu ortamda Osmanlı Parlamentosu, 24 senatör ve 274 milletvekilinin katılmasıyla 27 Nisan 1909 Salı günü saat 13.30 da, Senato Başkanı Şapur Çelebi unvanıyla meşhur Küçük Said Paşa’ nın başkanlığında toplanarak, Sultan Hamid’ in tahtan indirilmesine karar verdi. Meclis başkanı Said Paşa, mâbeyn kâtipliğinden başlayarak çeşitli hizmet­lerinde ve yedi defa sadrazamlığında bulunduğu Abdülhamid'in otuz üç yıllık icraatından onun kadar sorumlu oldu­ğunu unutarak, oluşan yeni ahval ve şartların icâbı pek çok iyiliğini gördü­ğü padişaha karşı cephe almış bulunu­yordu. Mecliste padişaha tahttan çe­kilme teklifinde bulunulması kararını oylamadan, ayağa kalkarak II. Abdül­hamid'in hilâfet ve saltanattan hal'i ka­rarını oya o sundu.  Talat Paşa tereddüd eden parlamenterleri mürtecilikle itham edip korkutuyordu. Zira mürteciler! asılmaya başlanmıştı. Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rıza Bey saklanmıştı. Bu havada çoğunluk korkudan el kaldırırken tek olarak Rum asıllı senatörlerden Yorgiadis Efendi, karara itiraz ederek olanca sesi ve kendi şivesiyle:
-         “Yaziktir, günahtir bre…” Diye bağırmışsa da hazır bulunanlardan bazıları:
-         “Alçak, hain, mürteci (!) …”gibi sözlerle üzerine yürüyüp, kendisini susturmuşlardır.
   Sıra hal tebliğini Yıldız’a giderek kim yapsın denildiğinde adeta ortaya atlarcasına dört kişi öne çıktı. Bu gönüllü heyet Yıldız Sarayına ulaşmadan az evvel Veliahd Reşad Efendi’nin Osmanlı tahtına cülus ettiğini ilan eden top sesleri Yıldız’a aksetmeye başlamıştı. Bu dakikalarda Küçük Mabeyn’de yanında küçük şehzadesi Abdürrahim Efendi, Başkâtibi Ali Cevad Bey ve daha maiyetinden birkaç kişi daha bulunan vecd ve haşyet sahibi Sultan Abdülhamid Han, yanındakilere hitap ederek: “Takdir-i İlahi yerini buldu. Elhükmü lillah” demişti.
    Asıl ilginç olanı, II. Abdülhamid’e tahtan indirilmeye memur edilen heyet, çok garip bir şekilde kurulmuştu. İftira dolu uydurma bir fetva ile padişahın hal’ine karar verenler bu hal kararını Sultan Abdülhamid’e tebliğ edecek heyetin teşekkülünde de saygısızlıktan öte bir hata işlemişler ve içlerinde en azılı Müslüman –Türk düşmanlarının bulunduğu bu heyeti Sultan Abdülhamid Han’a göndermekten çekinmemişlerdir.
   Nitekim kendiside bir ittihatçı  ve de Sultan Reşad’ın  Başmabeynciliğini (özel kalem müdürü) yapmış olan Lutfi  Simavi  Bey  hatıralarında  33 yıl halifelik makamında bulunmuş bir hükümdara böyle kimselerin nasıl gönderilebildiği, affedilmez bir hata ve silinmez bir leke ..  kelimelerini kullanmıştır. İsmail Hami Danişmend  “ kronoloji” sinde, bu heyet hakkında: “Sultan Hamid’e hal’ini tebliğ edecek olan Ayan ve Meb’usan heyetinin intihabında ittihatçılar, Türk tarihinin hiçbir zaman unutmayacağı bir dalalet irtikab etmişlerdir.” İfadesini kullanmıştır.
   Sultan Abdülhamid’in hal’inin kendisine tebliğ tarzı, Türkiye tarihinin, asla silinemeyecek lekelerinden biri olarak daima kalacaktır. Zira dünyadaki bütün Müslümanların lideri halife’ye hal’i, iki Gayri Müslim  yani bir Hıristiyan ve bir Yahudi tarafından, “Devlet-i Aliye” yi parçalama gayesinden başka hiçbir işe yaramaz hiziplerin yuvalandığı Meclis-i Milli adına tebliğ edilmiştir.
  Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bu dört kişilik heyette:
-         Senato azalarından ve Hünkâr yaverlerinden Gürcü asıllı Koramiral Arif Hikmet Paşa
-         Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karaso
-         Draç mebusu Jandarma Tümgenerali Arnavut Esad Toptani Paşa
-         Senato azalarından ve Ermeni katoliği İstanbul mebusu Aram Efendi

Padişah, hal kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu  Mabeyn Başkatib Cevad Bey’den sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!" demekten kendini alamamıştır. Nihayet dört kişiden ibaret heyet Miralay Galib Bey’in refakatinde Küçük Mabeyn Dairesi’nin alt katındaki büyük salona girerek padişaha kısa bir selam verip karşısında dizildiler. O gün büyük adamlara mahsus vakar ile salona giren Abdülhamid Han’ın yanında oğlu şehzade Abdürrahim Efendi ve Başkatib Ali Cevad Bey bulunuyordu. Ortada duran Arnavut Esat Toptani Sultan Hamid’e kaba bir biçimde  : “Millet seni azletti” dedi. Bu küstah hitap şeklindeki “azil” kelimesinin yanlış manada kullanıldığını işaret etmek isteyen padişah ise şöyle mukabele etmişti: “Yâni, hal’ eyledi mi demek istiyorsunuz?” diyerek düzelti. Ardından: “Pek âlâ, buna sebeb nedir?” Diye sordu. Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa, Abdülhamid’in tahtan indirilmesini kararlaştıran, Şeyhülisâlmın fetvası suretini okumaya başladı: “İmamı-ı Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şer'iyyeden tayyü ihraç ve kütüb-i mezkureyi men ü hark-ü ihrak..”,diye okurken  “Kütüb-i şer'iyyeyi hark ü ihrak" yani “şer'i kitapları yırtıp yakma” sözlerini duyan padişah gür ve yüksek sesle: “Ben hangi Kütüb-i şer’iyyeyi yakmasını? Hasbünellah derim” dedikten sonra padişah yalan ve iftiralarla dolu olan fetvanın okunmasını sonuna kadar sabırla dinledi. “ Bu kararı hangi makam verdi” diye Arif Hikmet Paşa’ya sordu. “Meclisi Milli” cevabı verilince, “Bu meclise riyaset eden kimdir?” diye sordu. Heyet âzaları hep birden “ Meclis-i âyan Reisi Sait Paşa” dediler. Abdülhamid Han bu cevabı alınca hayret eden bir tonla: “Sait Paşa öylemi” dedi. Ardından : “Otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular. Allah düşmanlarımı kahretsin" dedi. II. Abdülhamid Han, 31 Mart vakası ile alakasının olmadığını ifade ederek: “Sebeb olanları millet arasın bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu.
 Tekrar Arif Hikmet Paşa’ya dönen II. Abdülhamid Han “Sizden bir ricada bulunacağım; lâzım gelenlere ve biraderime bildiriniz. Bana Çırağan Sarayı’nı tahsis etmelerini istiyorum. Buradan oraya geçmek mümkündür. Ahar ömrümüzü biz de orada ibadetle geçiririz. Başka bir arzum yoktur” dedi.
Bazı yazarların iddiasına göre güya, Sultan Abdülhamid gelenlerin karşısında duraklamış ne diyeceğini şaşırmış, hayatımdan emin olabilir miyim falan filan demiş.
Sultan Hamid’i tanıyanlar buna sadece güler nitekim Halkın şahit olduğu; 31 Mart 1901 yılında sarayda yaşanan depremde Huzuru şahanede bulunduklarını unutan milletvekillerinin, generallerin, bakanların, hâkimlerin, ulemanın ve daha nicelerinin kaçıştığı o panik anında yerinden kıpırdamayan tek kişi o olmuş ve hemen akabinde “muayede merasimi sürsün” emrini vermişti.  21 Temmuz 1905 Temmuzunda Ermeni teröristlerin tertiplediği onlarca askerin şehit olduğu ve yüzlerce kişinin yaralandığı o meşhur Bomba Hadisesi’nde vukuu bulan korkunç infilakın hemen ardından soğukkanlılığını koruyan Sultan Abdülhamid Han yüksek sesle “Korkmayınız! Korkmayınız! Herkes yerinde dursun” diye iki defa bağırmıştı. Bu sesler sayesinde birbirine karışmış olan Maiyet Bölüğü, askerler ve subaylar derhal yerlerini almaya başlamışlardı. Yine Çanakkale Boğaz muharebeleri olanca şiddetiyle sürerken İstanbul’un düşmesi ihtimaline karşı hükümetin ve padişahın Eskişehir’e taşınması kararına karşı gelerek mani olması ve Selanik şehrinin Yunanlara teslimi müzakereleri sırasında askerle birlikte savaşarak gerekirse şehid olma isteyişini nasıl izah etmeli?

Arif Hikmet Paşa: II. Abdülhamid’in kapısında yetişmiş, onun pek çok lütuflarını görmüş, onun sayesinde hızla terfi ederek bulunduğu rütbe ve makama yükselmiş, kendisine sonsuz minnet borcu bulunması gereken bir kimseydi. Buna rağmen bu görevi tereddütsüz ve hatta isteyerek kabul etmişti. Beki de böylece, ona mensup bir kimse olduğunu unutturmak istemekteydi. İleriki yıllarda karanlık siyasi hayatı olan bir denizcidir. Nitekim Mütareke’de işgal devletleri ile işbirliği yaparak vatanına ihanet etmiştir.

   Emanuel Karaso ( Carosso):  İtalya’ dan para alan bir casus olduğu çok sonra anlaşılmış olup, Türkiye’nin Afrika’da kalan son toprağı Libya’ nın İtalya tarafından yutulmasında meş’um bir rol oynamıştır. Sultan Abdülhamid’in düşürülmesinin hemen ardından İtalya’ ya iltica etmiş oraya yerleşmiştir.

   Esad Toptani Paşa: Jandarma erliğinden yetişmiş olup, ilerlemesini tamamen Sultan Hamid’e borçlu olan kimseydi. Ancak bu heyette görev kabul ederek efendisine ihanet ettiği gibi, ileride Türk vatanına da ihanet edecek ve bütün dünya buna şahit olacaktır. Nitekim birkaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavudluk istiklali için silah çekmiş ve Balkan savaşı’ nda İşkodra’yı müdafaa eden Rıza Paşa’ yı arkadan vurarak şehit etmiş ayrıca birçok Türk’ ün kanına girmiş bir adamdır.

   Aram Efendi: Taşnak ve Hınçak komiteleri ile ilişkileri olup kendisi de Ermeni komiteci reisi olarak çok Türk kanı akıtan senatör Ermeni Aram Efendi ‘ nin heyete dâhil edilmesi, adeta Sultan Hamid’e karşı Ermeni meselesine karşı almış olduğu ciddi ve tesirli tedbirlerin bir protestosu, hatta intikamı gibiydi.

     Bu hadisede Sultan II. Abdülhamid’in en zoruna giden husus, şüphesiz halifeye dinî fetvayı tebliğ edecek heyete bir Ermeni ile bir Yahudi’nin dâhil edilmiş olmasıydı. Bu heyetin tertibinde işlenilen ağır hata, aslında yalnızca II. Abdülhamid’ in şahsına değil, Türk milletine karşı da işlenmiş oluyordu. Devletini tam paylaşılacağı bir zamanda işbaşına gelerek 33 yıl ayakta tutmayı başararak memleketi iyi veya kötü idare etmiş olan bir devlet başkanının iş başından uzaklaştırılacağını bildirecek heyet, hakikatte meclisin Türk asıllı ve tarafsızlığı ile tanınmış Müslüman üyelerinden kurulmuş olmalıydı.  Türkiye devletinin başkanı ve de Müslümanların Halifesine üstelik memleketi bölmeye çalışan kişilerden müteşekkil böyle bir heyetin gönderilmesi,  devletin haysiyetine indirilmiş ağır bir darbedir. Bizzat ittihatçılar, kısa müddet sonra başta Mahmud Şevket Paşa bu büyük hatayı anlamışlar ve itiraf etmişlerdir.
  İttihad ve Terakki tarafından kurulan Hareket Ordusu’nun İstanbul’a ilk girdiği gün yine İttihad ve Terakki’nin daha evvel meşrutiyetin muhafazası için İstanbul’da teşkil ettiği Avcı Taburlarının mukavemet göstermesi üzerine bunların bulunduğu Taksim Kışlası Hareket Ordusu bataryaları tarafından topla dövüldü. Top sesleri Yıldız Sarayı’nda bütün şiddeti ile aksediyordu. Biraz sonra Yıldız Sarayı’da kuşatıldı. Bu muhasaradan az evvel Rusya Büyük Elçi’si Mabeyn-i Hümâyun’a gelerek, “Çar hazretlerinin selâmını getirdim. Kendilerini hasta diye işittim. Arzuları neyse bildirsinler… Emirlerine muntazırım” diye haber göndermişti. Mabeyn Başktibi Ali Cevat Bey bunu arzettiği zaman Sultan Abdülhamid irkilmiş ve: “Çarın teklifini görüyormusun Cevat Bey? Allah bana böyle bir şey yapmayı kısmet etmesin. Başıma gelecek her felakete razıyım.  Ecdadımın mezarları nerede ise benimki de orada olmalıdır. Bu ihaneti yapmaktansa ölümü tercih ederim” demişti. Sonra Ali Cevat Bey’e: “Elçiye,  Çar hazretlerinin selamına teşekkür ettiğimi, işittikleri gibi hasta olmadığımı, gösterdikleri dostluktan dolayı da teşekkür ettiğimi söyleyiniz” emrini vermişti.
   Sultan Abdülhamid Meclis-i Millîye daha evvel V.Murad’ın kaldığı Çırağan Sarayı'nda otur­mak istediğini bildirdiği halde, Hareket Ordusu'nun diktatör komutanı Mahmud Şevket Paşa, el çabukluğuyla tahtından indirttiği, Sultan Abdülhamid’i hemen o gece eşyasını dahi almasına izin vermeden birkaç bavulla Yıl­dız Sarayından çıkararak 38 kişilik maiyetiyle Sirkeci'den özel bir trenle Selânik'e gönderdi. Binbaşı Fethi Bey (Okyar), kırk Selanik jandarması ile mu­hafızlığına tayin edildi.
  Ardından, Hareket Ordusu’nun içinde yer alan yağmacı ve Müslüman kaatili Makedonyalıların çoğunlukta bulunduğu, azılı Balkan çetecileri Yıldız Sarayı’na girip saraydan aşırdıkları on milyonlarca altın değerindeki kıymetli eşyayı paylaştılar. Tarihe meşhur Yıldız Yağması olarak geçen o gün, Padişahın altın arabası bile levhalar halinde parçalanıp bölüşüldü. Her biri servet değerindeki padişahın atları Osmanlı düşmanı Balkan çete reislerine dağıtıldı hatta sarayın papağanları dahi alınıp götürüldü. Yeni bir çağ başlattıklarını söyleyen İttihatçıların bu adi yağmadan ne kadar para götürdüklerini bu güne kadar hiçbir kimse öğrenemedi.
 “Kızıl Sultan” Dedikleri padişahın sarayındaki hazineleri yağmaya izin verenlerin akıllarına neden sonra bir sayım yaptırmak gelmiş ve bu göreve Sultan Reşad’ın Başkâtibi edebiyatçı Halit Ziya Uşaklıgil’in de içinde bulunduğu bir heyeti memur ettiler. Güya kan dökmekten zevk alan ve keyf içinde yaşadığı iddia edilen hakanın sarayında görülen manzarayı, Saray Ve Ötesi adlı eserinde Halit Ziya Uşaklıgil Şöyle anlatır:
İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum. Daire-i hususiye bu mu idi? Bütün Abdülhamid siyasetinin mihveri şu basık tavanlı loş köşeciklerden ve onun içi tıklım tıklım kâğıt desteleriyle dolu dolaplarından ibaret miydi? Methalden sonra hemen ilk karanlık odada bir divan gösterdiler. Bu, Abdülhamid’in istirahat yeriydi. Belki de yatağı… Zaten daire-i hususiyede en basit şeklinde bile bir yatak odası görmedik. …Bir kenarda içinde yumurta yenmiş sahanı ile bir tepsi, gene onun hususi eğlence yerini teşkil eden marangozhaneyi gördükten sonra küçük mabeyn namiyle anılan daireye geçtik...”
 
Muhalifleri tarafından hep sarayında zevk, sefahat ve şatafat içinde yaşadığı iddia edilen Sultan Abdülhamid’in yatak odasını bir türlü bulamayan heyet şaşırmış ve en sonunda buldukları yatağın da en adi hastanelerde kullanılan karyolaları mesabesinde olduğunu görünce kelimenin tam anlamıyla şoke olmuşlardı.
 Yanına hiçbir şey alınmasına izin verilmeyen Sultan Hamid’in bütün topraklarına, tehditle nakid parasına, tahvillerine el kondu ki değeri birkaç yüz milyon altın tutuyordu. Sabık padişahtan orduya bağış adı altında zorla alınan bu paraların akıbeti meçhul oldu. Hanedan mensupları bu servetten mahrum kalarak, devlete ve hükümete el açar vaziyete düşürüldü. Padişaha sürgünde henüz evlenmemiş üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Asla gazete ve mecmua okumasına bile izin verilmedi.
   Sultan Abdülhamid’in düşürülmesi, Osmanlı devletinin dağılmasının ilk gerçek adımı olmuştur. İsmi bile düşmanı ürküten, mazlum Müslüman milletlere ümid verecek bir sembol halini alan bu padişahın düşmesiyle yalnız Avrupa ve Balkan devletleri değil, Osmanlıdaki Ermeniler ve Yahudiler gibi devlet sahibi olmayan kavimler de hedeflerine çok yaklaştıklarını hissetmişler ve de müthiş sevinmişlerdir.
   II. Abdülhamid en çok kan dökmekten çekinen hükümdar olmasına rağmen, hal fetvasında zulmü belirtiliyordu. Hâlbuki kendisi hep idam cezasından nefret etmiş, otuz üç senelik saltanatında yalnız beş idam cezasını tasdik etmiş, gerisini müebbette çevirmiştir. Örfi idare mahkemelerinin verdiği cezalar da buna dâhildir.  Bütün Türkiye tarihinde en az idam, onun zamanında yapılmıştır. Ancak devlete başkaldıran elde silah Müslümanları öldüren çeteleri asker sevk ederek imha etmekten asla çekinmemiştir. Bunu kendisi bir nevi savaş saymıştır. Bu ülkede asıl kanlı iktidarın nasıl olabileceğini bundan sonra İttihad ve Terakki ve ondan sonrakiler gösterecekti.
   Sultan II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet’in ilanını müteakip 30 Temmuz 1908 günü Şöyle demişti “Türkiye’yi 10 sene idare edebilirlerse bir asır idare edebildik diye sevinsinler”, Bu tarihten sonra şahsen idareden elini çeken Sultan Abdülhamid Han artık hiç bir işe karışmadı. İttihad Ve Terakki’nin kısa sürede devlete hâkim olduktan sonra memleket içinde ve haricinde sergiledikleri beceriksizlikler yüzünden ülkedeki olumsuz gelişmeler onun bu hikmetli ifadesini haklı çıkarmış ve ne denli tecrübeli büyük bir siyasetçi olduğunu ispat etmiştir.  Birkaç sene içinde İttihad Ve Terakki iktidarı Sultan Abdülhamid’in saltanatını herkese mumla aratır hale getirmiştir. Zamanında ona muhalif olanların birçoğu daha sonra pişmanlık duymuşlar hata bir kısım şairler arkasından af dileyen  Tarihler ismini andığı zaman, sana hak verecek hey koca Sultan, Divane sen değil meğer bizmişiz/ Sade deli değil edepsizmişiz veya “Sen değil, nâ’şın hükümdâr- olsa elyaktır bize- dönsün – etsin Taht-ı Osmâni’ye tâbutun cülus” tarzında beyitler söyleyebilmişlerdir.




Kaynaklar:
* Hatıralarını II. Abdülhamid’den ve Türkiye’de saltanatın düşmesinden sonra kaleme alan İngiliz Koramirali Sir Henry Woods’un müşâhedeleri. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Tarihi. Cilt 1. s,624
Lütfi Simavi. Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri
 Mithat Sertoğlu, Tarihten Sohbetler.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi
İ. H. Uzunçarşılı, “Sultan Abdülhamid'in Hal'i Ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar” 1946
 Fuad Ezgü. Yıldız Sarayı Tarihçesi. İstanbul 1962

Ihlamur Kasrı (İstanbul)

                                                 IHLAMUR KASRI

     31 inci Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit’in 1847-1855 yılları arasında inşa ettirdiği Ihlamur Kasırları bugün, değişik ağaç ve bitki türlerini barındıran, 25 bin metre karelik bir bahçe içerisinde bulunmaktadır.
  Dönemin padişahı Sultan Abdulmecid tarafından bir dinlenme mekânı olarak yaptırılan yapılar, konumları, mimari ve süsleme özellikleri ile dönemin beğenisini günümüze yansıtırlar. Etrafı dağlık, ortasından pırıl pırıl berrak bir suyun aktığı su ve kuş sesinden başka bir sesin duyulmadığı bu yeşil vadi önceleri bir spor alanı olarak çıkar karşımıza. Kasrın tam karşısında yeralan, Yıldız yamaçlarında bulunan 1700’lü yılların sonuna doğru Sultan II. Mahmud ve III. Selim zamanından kalıp günümüze ulaşmayı başarabilen nişan ve anı taşları yakın alandaki semtlere isim babalığı yapmıştır. Günümüzdeki Nişantaşı ve Dikilitaş isimleri geçmişin izlerinden doğmuştur. Günümüze ulaşan gravürler bu alanın bir zamanlar halkın ilgisini çeken fıskiyeli havuzlu, muhallebicilerin, dondurmacıların ve benzeri ticaret erbabının rağbet ettiği, kentlisi ve saraylısı için bir nefes alma, buluşma ve eğlenme noktası olduğunu göstermektedir. Mesire ve spor alanı olan bu alan Sultan Abdulmecid’in özel ilgisini çekmiş, ıhlamur ağaçlarının gölgelendirdiği bu alana görenleri kendisine hayran bırakan kasırlar ve çeşme yaptırmıştır.     
   Geçmişte sultanların ve şehzadelerin dinlendikleri Ihlamur Kasırları, aslında yalnızca padişahın istirahatı düşünülerek tasarlanmamıştır. Devletin temsil mekânı olan bu tür yapılar, tarihin akışı içerisinde resmikabullere ve merasimlere de tanıklık etmiştir. Elbette bu düşünceden hareketle, Osmanlı’da 19. yüzyıl dış cephe taş işçiliğinin en güzel örnekleri verilmiş, iç mekânların tefrişi ve süslemelerinde hiç bir masraftan kaçınılmamıştır.



  Yapılar Ve Tasarım Özellikleri:


    Dolmabahçe Sarayı’nın küçültülmüş bir modeline benzetilen Hünkâr Kasrı, yükseltilmiş bir bodrum üzerine tek kat olarak inşa edilmiştir. İnsanda hayranlık hissi uyandıran dantel misali işlenmiş dış cepheleriyle bu yapı dışarıdan bakıldığında tam anlamıyla Batı tarzında bir görünüme sahiptir. Ancak içeriye girdiğimizde klasik Türk ev tipiyle karşılarız. Girişteki Aynalı Sofa’nın en dikkat çeken özelliği, insana ferahlık veren deniz mavisi kapılarıdır. Simetrik olarak yerleştirilmiş büyük endam kristal aynalar mekâna derinlik kazandırırken, görenlerde ayrıca sonsuzluğu çağrıştırmaktadır.  Müzik aletini hatırlatan mobilyaları ile dikkatleri çeken bu mekânın duvarları özel bir karışım kullanılarak mermere benzetilmiştir. Salonun aydınlanmasına destek olması için, duvara yerleştirilen kristal aynanın altında yer alan, İngiliz Copeland marka zarif porselen şömine, odanın dekoruna ayrı bir renk katmaktadır. Tavanlarda ise, dönemin beğenisini günümüze taşıyan altın varak ve kalem işi örnekler görmek mümkündür. Kasrın en muhteşem mekânı, şüphesiz süslemelerinde en fazla altının sarfedildiği, kabul salonudur. Duvarlarında, içine altın tozları serpiştirilmiş mavi stuk panoları ile öne çıkan bu prestij salonu, zaman zaman yabancı devlet konuklarını ağırlamıştır. Tarihe tanıklık eden bu köşkteki mobilyalar ve bütün eserler devrin orijinal mobilyaları olup bugün müze olarak hizmet vermektedir.
    Adını bahçesindeki ıhlamur ağaçlarından alan Ihlamur Kasırlarının ikincisi, bugün Maiyet Köşkü olarak bilinen Harem Köşküdür.  Sultanların, kadın efendiler ve şehzadelerin dinlenme amaçlı kullandıkları bu yapı, Hünkâr Kasrı’na göre çok daha sade bir dış görünüme sahiptir.
   Tek kat olarak inşa edilen Harem köşküne arka cepheden girildiğinde, simetrik ahşap merdivenlerle çıkılabilen Orta Sofa’ya ulaşılır. Köşkün tavan süslemelerinde, altın varak rölyefler kullanılmıştır. Yanlardaki odalara ise, çift kanatlı, altın yaldızlı kapılardan geçilir. Her mevsim başka bir manzara resmini andıran, koyu gölgeli küçük bir koru görünümündeki bahçesi, 150’ye yakın egzotik bitki çeşidiyle, bugün de insanların ilgisini çekmeye devam etmektedir. Gelen ziyaretçilerin, bahçede dinlenebilmeleri için, köşkte ayrıca kafeterya hizmeti sunulmaktadır.
   Hanedan mensuplarının hatıralarıyla dolu olan Harem Köşkü’nün mekânları, 1985 tarihinden itibaren kafeterya olarak düzenlenmiştir. O dönemde Osmanlıda yapılmış benzer tarihi yapılardan farklı olarak, Ihlamur Kasırlarının tüm iç cephe duvarlarında mermer görünümü veren stuk işi, her odada farklı renklerde kullanılmıştır. Hünkâr Köşkü’nde tercih edilen renkli porselen şöminelere karşılık, Harem Köşkü’nde sade, beyaz, mermer şömineler kullanılmıştır. Akşamları daha fazla aydınlık elde etme düşüncesiyle, duvarlara altın varak çerçeveli kristal aynalar yerleştirilen bu mekânlarda kullanılan perdeler, Hereke el Dokuması Fabrikası’nın eserleridir.


    
 Ihlamur Kasrı Bahçesi:


     Etrafı duvarlar ile çevrili 24.724 metrekarelik ağaçlık bir alan içerisinde yer alan yapılar, günümüze gelene dek kimi zaman Nüzhetiye Kasrı, kimi zaman Ihlamur Kasırları adıyla tanınmışlardır. Koyu gölgeli, değişik ağaç türlerinden oluşan, küçük bir koruyu andıran bahçede üç havuz, Merasim ve Maiyet Köşkleri yer almaktadır. Her mevsim başka bir manzara resmini andıran bahçede, ülkemizde bulunanların en görkemlileri olan uzak doğu kökenli ginkgo bilobalar, sokoya, sofora, ıhlamurlar, çitlembikler, yaz ve kış manolyaları dev bir buket gibi yer almaktadır. Gövde kalınlıkları tabanda beş metreyi aşan ulu çınarlar, meşe, dişbudak ve asırlık servi ağaçları, defneler, beyaz ve pembe çiçekli atkestaneleri, süs ağaçlarıyla zengin bir botanik bahçesini çağrıştırmaktadır. Düzlük kısmı düzenlenmiş, yamaçları doğal kokusuyla bırakılmış bahçe her mevsim renk cümbüşü görsel bir şölen sunmaktadır.
     Tarih sayfalarında, bahçesinde şehzadelerin, padişahların, valide sultanların dolaştığı bol ağaçlıklı, yeşil bir vadi içerisinde, karşımıza çıkan Ihlamur Kasırları, bugün Beşiktaş, Yıldız, Nişantaşı üçgeninde yer almakta ve tarihteki yolculuğuna devam etme

Daha Önce Hiç Yayınlanmayan Telgraf

  
 Telgrafın Almanca'dan tercümesi:



 Devlet-i Aliye-i Osmaniye Telgraf İdaresi

19/ 3 / 1915
Hamburg
12.30


İstanbul’daki Majesteleri Sultan V. Mehmed’e

Ticari Filo’ya ait Alman Kaptanlar ve Subaylar Cemiyeti, Majesteleri müsaade buyururlarsa, parlak başarıları sonucu Fransız Bouvet zırhlısını denizin dibine yollamalarından dolayı, Majestelerinin donanmalarını ve ordularını tebrik etmek istediklerini en derin saygıyla arz ederler.            

                                                                                                           Schildenbach
                                                                                                               Başkan   

24 Mart 2011 Perşembe

Çanakkale Muharebeleri

18 MART DENİZ ZAFERİ VE BİR TELGRAF



    Arşivlerimizde tarihimizde yaşanmış, millet olarak hafızalarımızda iz bırakmış önemli günleri bizlere hatırlatan bol miktarda belge mevcuttur.
        Milli Saraylar Hazine-i Hassa Arşivi’nde, 2005 senesinde Sayım Ve Tespit komisyonu tarafından yürütülen tasnif ve düzenleme çalışmaları esnasında, kayıtsız binlerce Osmanlı dönemi belgesi arasından bol miktarda muhtelif şahıs ve kurumlardan Saray’a gönderilmiş telgraflarla dilekçeler ve Saray’dan bunlara yazılmış cevab müsveddelerinin varlığı tespit edilmiştir. Her biri ayrı araştırmalara mevzu olabilecek olan bu kıymetli belgeler, II. Meşrutiyet devri, Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve yurdumuzun işgale uğradığı acı yılları içine alan dönemlerde, devletin temsil makamı olan Saray’a, yabancı hükümdarların taziye ve tebrik mesajları yanında yakın tarihimizin ünlü askeri ve mülki erkânın çektikleri telgraflardır.
        Savaşın sebep olduğu içler acısı halleri gözler önüne seren, savaş mağdurlarının yardım talebi dilekçeleri yanında, Birinci Dünya Savaşı’nda orduda hizmet eden Osmanlı şehzadelerinden bazılarının, değişik cephelerden saraya çektikleri tebrik mesajları ve yakın bir gelecekte vatanın kurtarılmasına önderlik ederek yeni bir devlet kuracağını kimsenin tahmin etmediği, Suriye ve Filistin cephelerinde savaşan, genç Mirliva Mustafa Kemal Paşa’nın 1916-1918 yıllarında, emri altındaki askerleri adına padişahın şahsına hitaben, Dolmabahçe Sarayı’na yolladığı tebrik ve bağlılık arz eden telgrafları bu belgeler arasında belki de en dikkat çekenleridir.
        Bu yazıda bahsi geçen telgraf, arşivimizde henüz tasnifi gerçekleştirilmiş belgeler arasında olup, I.Dünya Savaşı’nın en kanlı çarpışmalarından birine sahne olan Çanakkale Muharebeleri’nde, o dönemde düvel-i muazzama denilen İngiltere ve Fransa devletlerinin donanmalarına ve ordularına diz çöktüren kahraman ordumuzun destansı zaferini bizlere tekrar hatırlatan anlamlı tarihi bir belgedir.
Telgraf 18 Mart 1915 Perşembe günü, Türkiye ile müttefikler arasında yaşanan büyük deniz savaşının sonunda, savaşa büyük ümitlerle başlayan müttefik donanmanın kaybı ve Türk Ordusu ve donanmasının başarısı üzerine, Almanya’dan 19 Mart 1915 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’na padişahın şahsına çekilerek arz edilmiştir.1







 Devlet-i Aliye-i Osmaniye Telgraf İdaresi

19/ 3 / 1915
Hamburg
12.30


İstanbul’daki Majesteleri Sultan V. Mehmed’e

Ticari Filo’ya ait Alman Kaptanlar ve Subaylar Cemiyeti, Majesteleri müsaade buyururlarsa, parlak başarıları sonucu Fransız Bouvet zırhlısını denizin dibine yollamalarından dolayı, Majestelerinin donanmalarını ve ordularını tebrik etmek istediklerini en derin saygıyla arz ederler.            

                                                                                                           Schildenbach
                                                                                                               Başkan    


                                                                                                        
                                                                                                                         
                                                                                                          
                                                                                                         
        Görüldüğü gibi telgrafta yalnızca Fransız zırhlısı Bouvet’in batırılışından duyulan sevinç dillendirilmektedir. İyi ama o gün müttefiklerin kaybettiği gemi yalnızca Bouvet zırhlısı değildi ki. İngilizlerin dönemin son teknolojik imkânlarıyla teçhiz edilmiş kraliyet donanmasına ait zırhlıları Irresistible ile Ocean’da sulara gömüldü. Diğer yandan görev yapamayacak derecede hasara uğrayan muazzam savaş gemileri Agamemnon, Suffren, Inflexibel, Gaulois ve daha niceleri varken, acaba Almanlar neden yalnızca Bouvet’in batırılışını tebrik etmektedirler? Herhalde bunu anlayabilmek için o günlerde yaşananlara dönmemiz gerekecek.
 
                                Osmanlı Devlet’in I. Dünya Savaşı’na girmesi

         I. Dünya Savaşı’nın başlarında Osmanlı devleti yöneticileri, imparatorluğun mevcut siyasi ve coğrafi vaziyetinden dolayı Avrupa’yı saran büyük savaşa sessiz ve seyirci kalamayacaklarını anladılar. Bu düşünce ile İstanbul’da 2 Ağustos 1914’te Sadr-ı azam Said Halim Paşa Yalısı’nda Osmanlı- Almanya askeri ittifakı imzalandı. Bu askeri anlaşmanın icabı, Enver Paşa’nın emriyle fakat hükümet ve padişahtan habersiz olarak, Amiral Suchon komutasındaki Osmanlı donanması 29 Ekim 1914 gecesi Boğaz’dan geçerek Karadeniz’e açıldı. Buradan iki gruba ayrılarak Rusya’nın Sivastopol, Noworosisk ve Odesa’daki askeri limanlarını ve sanayi tesislerini bombardıman ederek yetmiş kadar dev petrol deposunu tahrip ettiler.2 Ardından Rusya’nın Karadeniz filosuyla çatışarak Rus gemilerini batırdılar. Ani olarak gelişen bu harekâtla Türkiye I.Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Buna mukabil 2 Kasım’da Ruslar doğudan saldırıya geçerlerken, 3 Kasım 1914 sabahı İngiliz -Fransız zırhlıları da ansızın Çanakkale önlerinde görünerek Seddülbahir’i bombardıman ederek cevap vermekte gecikmediler. Böylece 9 Ocak 1916 tarihine kadar sürecek olan Çanakkale Savaşları fiilen başlamış oldu. Amiral forsunu taşıyan İngiliz Cornvallis zırhlısının saat 6.55’te, on iki bin metreden açtığı ateşle başlayan ve 17 dakika süren bu bombardıman sonucu 83 er ve 5 subay şehid oldular (ilk şehitler). Çanakkale’nin dış tahkimatına yapılan bu ilk taarruzun ardından müttefik donanma bir daha hücuma geçmeyerek Saros körfezi’ne çekildi ve beklemeye başladı. Bu durum düşmanın boğazlardan geçmek hatta başkent İstanbul’u almak niyetlerini açığa çıkardı. 1915 Şubat ayına kadar toplu bir hücuma geçmediler ama İngiliz denizaltıları sık sık Boğaz’dan gizlice geçip savaş gemisi avına çıktılar. Nitekim 13 Aralık 1914’de Mesudiye zırhlısını batırmayı başardılar. Bunun üzerine Almanlar tarafından Nara Burnu hizasında mayınlı ağlar gerildi. Yinede mayın hatlarına rağmen büyük bir cesaretle Marmara’ya sokulmağa muvaffak olan düşmanın denizaltıları rastladıkları gemileri batırıp İstanbul’dan Çanakkale’ye asker ve cephane naklini engellemeye çalıştılar.
13 Ocak 1915 tarihinde Londra’da toplanan harp meclisinde özellikle Bahriye Nazırı Churchill ve Lord Kitchener’in ısrarları üzerine, Çanakkale Boğazı’nın denizden kuvvet zoruyla geçilerek İstanbul’u düşürmeye karar verildi.Lord Fisher’in sıcak bakmadığı bu karara, Mareşal Kitchener : “ İstanbul düştüğü takdirde, sadece bir muharebe değil, koskoca bir harbi kazanmış olacaksın ” diyordu.4
İstanbul’un düşmesiyle Türkiye baştan pes edecek, Rusya ile irtibat sağlanarak batı cephesindeki Alman tazyiki azalacak ve Süveyş Kanalı ve Mısır üzerindeki Türk tehdidi de ortadan kalkacaktı. Bu suretle Boğaz’ın karşısında Limni Adası’nın Mondros limanında üslenen müttefik donanma, tarihinde hiç mağlubiyet tatmamış olan nmaglûp unvanına sahip İngiliz donanması, Fransızların da tam desteğiyle o sıra gerçekten dünyanın en güçlü armadasını teşkil ediyordu. Müttefiklerin taarruza ara verdikleri üç ay zarfında Boğaz’daki tabyaların tahkimine önem verildi. Bu arada Sultan Hamid’in özellikle Çanakkale Boğazı’nı tahkim etme politikasının kıymeti o an daha iyi anlaşıldı.


Türk Tabyaları




    Çanakkale Boğaz’ını geçme harekâtı için yapılan hazırlık taarruzları


              18 Mart 1915 perşembe günü, Amiral de Robeck komutasındaki Akdeniz’in en büyük filosu ile Cevat (Çobanlı) Paşa’nın komuta ettiği Çanakkale istihkâmları arasında yaşanan büyük hesaplaşmadan önce müttefikler Çanakkale tabyalarına karşı tam sekiz büyük öncü taarruz gerçekleştirdiler. Düşmanın boğaza ilk büyük taarruzu 19 Şubatta başladı ve bombardıman tam yedi saat sürdü. Bu tarih acaba tesadüf müydü yoksa kasten mi seçilmişti bilinmez. Fakat bu tarih o gün İngilizlerin boğaz başarısının tam 109.ci yıldönümüne rastlıyordu. III. Selim zamanında meydana gelen bir siyasi anlaşmazlık sonucu 19 Şubat 1806 tarihinde İngiliz filosu ani bir baskınla Boğaz’ı geçmiş Marmara’yı aşarak İstanbul açıklarına kadar gelerek şehri tehdit etmiş ancak şehrin tahkim edilmiş olduğunu görerek yine Marmara’yı terk etmişti.
      Taarruzlar 25 Şubat, 2 Mart, 5 Mart ve 7.8.10.11 Mart günlerinde tekrarlandı. Dev zırhlılara yol açmak gayesiyle mayın tarama ve arama gemileri mayın tarlalarını temizlemeye uğraşıyor ancak Türk topçusu buna bir türlü imkân vermiyordu. Bu yüzden gerçekleştirilen bu hücumların asıl amacı Boğaz’daki mayınlı bölgeleri koruyan sahil bataryalarını önce tahrip etmek ardından boğazın orta kısmındaki tabyaları susturmaktı. Daha sonra donanmanın asıl kısmı nasıl olsa rahatça boğazı geçerek Marmara’ya açılacak ve oradan İstanbul’a gelecekti.5 Her biri saatlerce süren bu taarruzlarda, evvela tabyalar menzilleri haricindeki mesafeden ezici bir bombardıman altına alınıyorlar sonra gemiler Türk bataryalarının menziline girdikleri anda bu defa derhal ateşle mukabele görüyorlardı. Bunun üzerine düşman daha net isabet alabilmek için karaya yakın mesafeden bombardımanın şiddetini attırıyor buna rağmen Türk topçuları da metanetle atışlarını sürdürüyorlardı.
         18 Mart’a kadar yaşanan karşılıklı vuruşmaların sonunda, boğazın hemen girişinde yer alan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu tarafındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları önemli ölçüde tahrip edilmiş, Türk savunması sanki kırılmış Boğaz’ın kapıları aralanmış gibi görünüyordu. 15 Mart gününde müttefik düşman donanması komutanı Amiral Garden, yapılan bunca bombardımanın sonunda iç bataryaların susturulduğuna, artık Türklerin mukavemet edecek takatlerinin de kalmadığına hükmederek, 18 Mart sabahı nihai taarruz için kararını verdi. Ancak 17 Mart’a yerine Amiral de Robeck’in atanmasıyla, kumandayı bırakan Amiral Garden 18 Mart gününde iki büyük imparatorluğun meydana getirdiği haşmetli zırhlılarının başına geleceklerden habersiz Londra’ya dönüyordu. Nitekim yüksek komutayı üzerine alan Amiral de Robeck selefinin planını 18 Mart ‘a uygulamaya koydu.

          Müttefiklerin Boğaz’ı geçme teşebbüsleri ve 18 Mart Deniz Zaferi

         18 Mart Perşembe sabahı müttefik armada 18 dev zırhlı, beraberinde çok sayıda, muhripler, denizaltılar, 36 mayın tarama gemisi ve peşlerinde daha başka küçük harp gemileri olduğu halde, Boğaz’a doğru hareket etti. O gün Amirallik forsu Queen Elisabeth’e toka edilmişti. Amiral De Robeck en üstün zırhlılarını üç gruba ayırmıştı. Rumeli tabyalarına karşı İngiliz “Prince George” ve “Majestic”, Anadolu tabyalarına karşı ise “Triumph” ve “Swiftsure” yanlarda yer aldırmıştı. Birinci grupta yer alan “Quenn Elizabeth”, “Agamemnon”, “Lord Nelson” ve “Inflexible” zırhlıları ise filonun en üstün savaş gücüne sahip unsurlarıydılar ve ilk ateşi bunlar başlattılar.6 Yenilmez armadanın mağrur sahipleri kendilerinden o kadar emindiler ki akşam olduğunda askerlerinin İstanbul’da eğleneceklerine dahi inanmışlar hazırlıklarını ona göre yapmışlardı. Bu dakikalarda Churchill Kral’a; “  Majesteleri muhteşem armadanız şu dakikalarda zafere yürüyor.” diyordu. Daha önce yine İngiltere Bahriye Nazırı Sir Winston Churchill gururla; “Çanakkale’ye Queen Elisabeth zırhlısını dahi gönderdik, bu dretnot yalnız İngiltere’nin değil bütün dünyanın en dehşetli harp gemisidir. Tabyalar da ne demek? Onları birkaç salvosuyla altını üstüne getirecektir...” 7 demişti.
         Diğer taraftan Düşmanın tahripkâr üstünlüğünden dolayı Türk yetkililerde tereddütler hâsıl olmuş ve müttefiklerin Boğaz’ı geçebilecekleri ihtimaline karşı hükümetin Eskişehir’e nakli bile düşünülmüştür. Sarayda ve hükümette bu yolda hazırlıklar yapılırken, Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde tutulan eski padişah II. Abdülhamid’e haber yollandı. Konya’ya taşınılacağı bu sebeple hazırlık yapması gerektiği kendisine Başmabeynci Tevfik Bey tarafından iletilince, II. Abdülhamid bu karara şiddetle karşı çıkmış hatta Doksan üç Savaşı sırasında vükela buna benzer bir teklifte bulunduğunda bile İstanbul’u terk etmeyi düşünmediğini belirterek kardeşi Sultan Reşad’ı ikaz ederek bu kararından vazgeçirtmiştir.8
        Saat 10.30 olduğunda Amiral de Robeck’in ateş serbest emrini vermesi ile beraber 12 ila 18bin tonluk dretnot ve kruvazörlerden mürekkep düşman filosu sahil bataryalarını bombardıman ederek bütün gücüyle Boğaz’a yüklendi.  Diğer taraftan sahil bataryaları da boş durmuyor bütün şiddetiyle başlayan düşmanın yaylım ateşine aynı şiddetle karşılık veriyordu. Kulakları sağır eden korkunç topların karşılıklı bombardımanı esnasında deniz ve karanın üstüne bir anda demir yağmaya başladı. Boğaz’ı cehenneme çeviren bu karşılıklı bombardımanda kıyı bataryalarını hedef alan zırhlılar dehşet saçan toplarıyla sahildeki mevzilerin altını üstüne getiriyor denize düşen mermiler de suları metrelerce havaya kaldırıyordu. Düşman, Boğaz’ın girişten sonraki en geniş yerini, on sekiz zırhlı ve sayısız torpidobot ve muhriplerden mürekkep bir zincirle kapatmıştı. Bir saat kadar süren şiddetli yaylım ateşi boyunca orta kesimdeki Türk tabya ve bataryaları ağır hasar almıştı.
       Nihayet Amiral De Robeck, Türk savunmasının artık kırılıp değerini kaybettiğine ve kesin darbenin indirilme zamanının geldiğine kanaat getirerek Türk bataryalarına karşı daha net isabet aldırabilmek için ikinci grubu oluşturan Amiral Guépratte komutasındaki Fransız “Gaulois”, “Charlemagne”, “Bouvet” ve “Suffren” zırhlılarını ileri sürdü. Asıl bundan sonra savaş, başlangıçtan beri olan en şiddetli halini aldı. İngiliz savaş gemilerinin arasından geçen bu gemiler Boğaza girdiler ve bombardımanı iki saat boyunca devam ettirdiler. İngiliz zırhlıların da ateş kesmediği bu muharebede, ateş kesafeti gittikçe artıyor, karada toz duman bulutları içinde kalan müdafaa mevzilerinden göğe alevler yükseliyor, müdafilerin ayakları altındaki toprak sürekli sarsılıyordu. Denizde ise mermi yağmuru altında kalan savaş gemilerinde şimşekler çaktığı görülüyor bazen de çevrelerinde yükselen sayısız su fıskiyeleri arasında ilerlerken duman ve serpintilerden görünmez oluyorlardı. Aralıksız infilak eden büyük topların muhtelif cinsteki mermileri, Çanakkale’nin semalarında bitmez tükenmez yıldırımlar vücuda getiriyordu. Türk müdafaa mevzileri ağır bombardımanlar altında sarsılırken, göz açtırmayan dörder saniye fasılalı, cehennemi salvolar altında Türk topçusu vazifesini soğukkanlılıkla yapıyor ve isabetli atışlarına devam ediyordu. Öte yandan seri ateşli toplarla donanmış olan düşmanın yüzen çelik kaleleri ateş takatlerini son haddine çıkarmışlar Çanakkale ateşler içerisinde kalmıştı. Bu arada sancak gemisi olan HMS Queen Elisabeth adlı 33bin tonluk İngiliz dretnotu, düştüğü yerlerde derin çukurlar açan otuz sekizlik müthiş toplarını açık ve müdafaasız Çanakkale kasabasına çevirerek burasını yakıp yıktı. Öğleden sonraya kadar cehennemi savaş bu şekilde sürdü. Bir an olsun topların susmadığı saatler süren şiddetli vuruşmaların sonunda tabyalar büyük ölçüde zarar görmüş, istihkâmların çoğu alevler içerisinde kalarak yer yer çökmüştü. Topların bir kısmı ağır isabetler altında harab olmuş bir kısmı da toprağa gömülerek kamaları sıkışmıştı. Bataryalarla kumanda ve gözetleme yerleri arasındaki telefon irtibatı kesilmiş, bataryalar müşkül duruma düşmüştü.9 Buna karşılık karşı taraf ta bir torpidobot ve bir mayın gemisini kaybetmiş az ya da çok isabet almayan gemi kalmamıştı. Keskin nişancı Osmanlı topçusunun hatırı sayılır mermileri HMS Agamemnon zırhlısının çelik yeleğini parçalamış, HMS İnflexible zırhlısın da kumanda köprüsünü havaya uçurmuştu. Fransız zırhlıları, yavaş yavaş Boğaz’ın en dar yerine yaklaştıklarından, sahil bataryalarının makas ateşine düşmüşlerdi. Türk ağır topçusu tarafından, Charlemagne,  Bouvet, Gaulois, Suffren, Triumph ve Prince Geourge adlı saff-ı harb gemilerinin fazla hırpalandığını gören Amiral de Robeck, bu defa geride bekleyen üçüncü guruptaki İngilizlerin Vengeance, Irresistible, Albion ve Ocean zırhlılarına yer açması için saat 13.50’de ikinci gruptaki Fransız gemilerinin çekilmesini emretti.10
     Eski şiddetini bir hayli kaybeden Türk karşı ateşi de seyrek olarak atışlarına devam ediyordu. Savaşın gidişatı saldıran tarafın lehine görünüyordu. Türk savunmasındaki bu zayıflama amiralleri tamda ümitlendirmişken bu dakikalarda inanılmaz bir hadise meydana geldi. Saat 14.00’te İngiliz zırhlılarına yer açmak için Erenköy açıklarında manevra yapmakta olan Fransızların savaş makinesi Suffren’i takip etmekte olan 13 bin tonluk Bouvet, önce korkunç bir patlamayla sarsıldı, bütün gözler göğe siyah bir dumanın yükseldiği bu Fransız savaş gemisine çevrildi. Dost düşman herkesin şaşkın bakışları arasında dev zırhlı aniden sağ yana yattı. Henüz Türk istihkâmları üstüne dehşetli toplarıyla yaylım ateşini sürdüren bu canavar can çekişmeye bile fırsat bulamadan bir buçuk dakika içinde 600 den fazla mürettebatıyla beraber karanlık sulara gömülerek hızla gözden kayboldu. Amiraller ne olduğunu anlayamadılar bile. Çünkü 16 Mart’da Boğaz’ın girişi Türk mayınlardan temizlenmişti. Bundan gayet emindiler üstelik 17 Mart sabahı keşif yapan pilotları bölgenin mayınsız olduğu yolunda rapor da getirmişti. Peki, gerçekte ne olmuştu?  Hakikatte bir gece öncesinde Nusret mayın gemisinin gizlice karanlık liman önlerine gelerek mayın döktüğünden kimsenin haberi yoktu. Bouvet’in batış anını Yarbay Worsley Gibson : “ Bouvet’in sancak tarafına yattığına dikkat ettim ve bunu McB’ye söyledim. Daha sözlerimi bitirmeden gemi daha fazla yatmaya başladı. Ağır yara aldığı belliydi. Çokta hızlı ileri gitmekteydi ve az sonra direkleri suya girdi, büyük bir duman ve buhar yükseldi ama herhangi bir patlama olmadı ve birkaç saniye sonra sulara gömüldü..”    ifadeleriyle tasvir ederken, Mülazım Aşır Arkayın ise o anki durumu: “Çarpışan kuvvetlerin insana dehşet verici farkı karşısında savaş başlarken bizde galibiyet ümidi yok gibiydi…Bir aralık bir susma oldu. Cephane getirelim mi? Dedim. Yüzbaşım: onu bırak da dışarıya bak dedi. Denize baktım. Yan yatmış bir zırhlı gördüm. Altının yeşil teknesi gözüktü. Bir düşman gemisinin batacağını ne biz ne onlar akıldan geçirmiyorduk. Sükût beş dakika kadar sürdü. Methalden yetişen iki gemi geldi. Yaralıları toplamaya başladı. Biz o aralık ateşi kestik. Sonra ateş yeniden şiddetlendi. Bizde maneviyat derhal artmıştı. Biraz sonra Irrestible’den insanlar suya atladı. Meğer o da mayına çarpmıştı. Bizde artık neşe emir ve kumandayı aştı... Az sonra Ocean da aynı akıbete uğradı…”diyerek ifade ediyordu.11

Döneminin en büyük savaş gemisi olan 1913 yapımı HMS Queen Elisabeth Dretnotu. İngilizler, bu geminin başına bir şey gelmemesi için Çanakkale Harp Sahasından tamamen çekmişlerdi.

                 Savaşın kaderini belirleyen Nusret’in son yirmi altı mayını


       Çanakkale Boğazı’na Türkiye’nin müttefiki Almanlar 337 mayın döşemişlerdi. Fakat İtilaf kuvvetlerinin mayın tarama gemileri büyük gayret sarf ederek, bu mayınları temizlemişlerdi. 23 yaşındaki pilot teğmen Cemal Efendi (Durusoy), 17 Mart sabahı düzenli keşif uçuşlarından birine çıktığında, 400metre alçaktan uçarak Boğaz’ı dikkatle taramış ve Türk mayınlarının izini göremeyince derhal Çanakkale’ye dönerek, bir gece evvel düşmanın Türk mayınlarını tamamen temizlediğini, Mecidiye, Namazgâh ve Hamidiye tabyaları arasında mekik dokuyan Cevat Paşa’ya rapor etmişti.12
        Çanakkale mevzii müstahkem kumandanı Cevat Paşa’nın talimatıyla Yüzbaşı Nazmi ve Yüzbaşı Hakkı Bey’ler cesur denizcileriyle birlikte,17sini 18 Mart’a bağlayan gece sessizce denize açıldılar. Devriye gezen düşmana hissettirmeden elde kalan Türk yapımı son 26 mayını, emredildiği gibi Boğaz’a paralel biçimde döşediler. Tehlikelerle dolu bu görevinin sonunda Nusret Karanlık Liman’dan rotasını Çanakkale’ye tanzim ederek yolculuğunu başarı ile tamamladı. Düşman 18 Mart 1915 sabahı Boğaz’ın mayınlardan temizlendiğinden emin bir halde harekâta geçtiğinde, müthiş bir sürpriz halinde ortaya çıkan Nusret’in mayınları, işte o gün hesapları karıştırdı.
“1915 yılında bütün Avrupa’da milyonlarca insanın hayatı ortaya konmuş ve büyük taarruzlar yapılmıştır. 2-3 milyon asker ölmüş, binlerce savaş gemisi muhtelif denizlerde hasara uğramıştır. Fakat bunlardan hiç birisi Nusret’in döktüğü mayınlar kadar harbin devamına ve düşmanın geleceğine tesir edebilecek bir muvaffakiyet gösterememiştir.”  Bu sözler İngiltere Bahriye Nazırı Sir Winston Churchill’e aittir.
 Çanakkale deniz savalarında oynadığı rolle I.Dünya savaşının gidişatını değiştirdiğini Sir Winston Churchill’ de kabul ettiği Nusret’in akıbeti peki ne oldu?  25 Nisan 1990’da yani, Çanakkale Savaşlarının 75. yıldönümünde gazetelerde bir küçük haber göze çarptı: “Nusret gemisi battı. Çanakkale Savaşları’nda Boğaz savunmasında destan yazan Nusret mayın gemisi, dün KKTC’nin Magosa Limanı’na mal götürmek için Mersin’den ayrılırken alabora olarak battı. Başka herhangi bir ülkede olmuş olsaydı bir kahramanlık örneği müze olarak yaşatılacak olan bu efsane gemi, kum, su taşıyarak, tarihi geçmişinden hiç kimse haberdar olmadan batıp gitti.13





Bouvet’in batışı, ressam Tahsin’in fırçasından

  
      Mayınlardan henüz habersiz olan düşman Bouvet’in kaybına rağmen, Bouvet’i batıranın top mermileri olduğunu düşünerek ilerlemeyi sürdürdü. İlk etapta bir torpidobotları mayına çarparak derhal battı. Arkasından saat16.15’deİngilizlerin 18 bin tonluk meşhur İnflexible zırhlısı mayına çarparak ağır hasara uğradı. Filonun en güçlü gemilerinden olan İnflexible, su almaya başlayarak saf dışı kaldı ancak İmroz adasına kadar güçbelâ ulaşıp karaya oturtularak batmaktan son anda kurtarıldı. Bir taraftan kıyı bataryaları boş durmuyor isabetli atışlarıyla Suffren, Gaulois, Triumph, Agamemnon ve Charlemagne zırhlılarını ölürcesine yaraladılar. Nihayet top kazmatının altına yediği bir merminin infilakıyla cephaneliklerinden biri tutuşan Suffren savaş dışı kaldı. Gaulois ise su kesiminin altından aldığı derin yara yüzünden batma tehlikesiyle karşılaşınca savaş alanını terke mecbur kalarak Tavşan adasına kadar gidip karaya vurarak batmaktan kurtuldu. Her şeye rağmen taarruzu bir kere de İngiliz gemileri denemek istediler. Daha ilk anda bir torpidobotları battı. Çok geçmeden 15 bin tonluk Irresistible zırhlısı, aynen Bouvet gibi Nusret’in döşediği mayınlarından birine çarptı. Patlamanın tesiriyle makine dairelerine hızla su dolmaya başladı. Dümen mekanizması bozulan dev zırhlı ardından karanlık limana doğru sürüklendi. Bu zırhlı daha önce Türkiye’nin dünya savaşına girmesine sebebiyet veren iki Alman muharebe kruvazörünü 1914 Ağustosunda Akdeniz de kovalayarak Çanakkale’ye kadar takip eden 16 parçalık filonun içinde yer alan üç büyük (Indefodigable, Indomitable, Irresistible) İngiliz harp gemilerinden birisiydi.




18 Mart 1915 İngiliz Kraliyet Donanması’na ait HMS Irresistible zırhlısının son anları, HMS Lord Nelson zırhlısından Frederick Willis’in objektifinden  







        Bu hengâmede makineleri çalışmayan Irresistible’yi çekerek kurtarmaya teşebbüse kalkışan Ocean zırhlısı, sustu zannedilen Dardanos Bataryası’nın ateşi altına alınınca bu çabasından vazgeçmek zorunda kaldı.14 Mürettebatı tarafından terkedilmiş olan Irresistible Türk ağır topçusunun darbeleri altında batarken, nefes kesen şu dakikalarda Amiraller ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Henüz onlar için bu son sürpriz değildi, Seyit Onbaşı’nın üçüncü atışta vurduğu Ocean zırhlısı da manevra kabiliyetini kaybederek sancak tarafına doğru yattı. Türk askerlerinin adından yarım dünya diye bahsettikleri koca zırhlı sürüklenerek işin en ilginç yanı oda Bouvet ve Irresistible’i avlayan mayınların tuzağına düştü. Ardından Türklerin toplarıyla dövülerek bir kaç saat içerisinde karanlık sulara gömüldü. Peşinden bir torpidobot ta aynı akıbete uğrayınca, bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral De Robeck artık ricat emrini vermenin zamanının geldiğine karar verdi. 
          18 Mart 1915 günü Çanakkale üzerine akşam karanlığı çökerken, sabahleyin Boğaz’ı geçeceğine kesin gözüyle bakılan muhteşem armadanın gözdeleri hırpalanmış harp gücünün üçte birini kaybetmişti. Hayal kırıklına uğrayan Amiral De Robeck saatler 17.50’yi gösterirken büyük bir üzüntüyle gemilerine Boğaz’ı terk et emrini verdi. Güneş batarken, bu kanlı ve müthiş macera Osmanlının zaferiyle neticelendi.





                                                    18 Mart 1915 Çanakkale



         Daha önce 25 Şubat tarihinde gerçekleştirilen bombardıman sırasında Orhaniye Tabyası’ndan aldığı isabetlerle ciddi biçimde hasar gören Agamemnon zırhlısı o gün ancak Gaulois zırhlısının yardımıyla savaş alnını terk edebilmişti. Bu defa 18 Mart günü Gaulois zırhlısı batmaktan son anda kurtarılmış, Agamemnon zırhlısı ise yine görev yapamayacak derecede hasar görmüştü. 30Ekim 1918 tarihinde, Osmanlı Devleti’nin teslim olması anlamına gelen meşhur Mondros Mütarekesi, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli olan bu zırhlıda imza edildi. İngilizler herhalde Çanakkale mağlubiyetinin rövanşını almak düşüncesiyle, ateşkes antlaşmasını, antik çağda ki, meşhur Truva savaşlarının galibi, Mykene Kralı’nın adını taşıyan Agamemnon zırhlısında imza ettirdiler. Tarihimizin en ağır şartlarını taşıyan bu ateşkesin imzalanmasında, Osmanlı Devleti’ni İzzet Paşa kabinesinde yer alan Bahriye Nazırı olan Hüseyin Rauf (ORBAY) Bey, Dışişleri danışmanı Reşad Hikmet Bey ve askeri danışman Sadullah Bey temsil ediyordu. İtilaf devletlerinin temsilcisi ise 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkan Yunan birliklerini, donanmasıyla koruma görevi alan Amiral Calthorpe idi. 


1918 yılının 30 Ekim gününde Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasındaki, silahlı çatışmaya son veren Ateşkes andlaşmasının imza edildiği HMS Agamemnon zırhlısı. Ancak hakikatte Türkiye için henüz savaş bitmemişti.




                               Amirallerin moralini bozan kayıp, Bouvet


Fransız Bouvet zırhlısı, müttefiklerin bu savaşta ilk kaybettikleri en büyük gemilerinden bir tanesiydi. Adını, Napolyon zamanının amirallerinden François Joseph Bouvet’en alan bu zırhlının o gün en çok batış biçimi herkesi çok şaşırttı. Dev geminin bir buçuk dakika gibi çok kısa bir zamanda adeta buhar olur gibi gözden kaybolması olaya tanık olanları dehşet içinde bıraktı. Belki bu sebeple Çanakkale deniz savaşını tasvir eden ressamlar genelde hep Bouvet zırhlısının batış sahnesini kullandılar. Öte yandan karşılarında akıl almaz kuvvetler karşısında doğuda Rusya, batıda Fransa topraklarında savaşmakta olan Alman orduları, savaşın başında kuzey Fransa’yı hızla ele geçirmiş ancak Eylül 1914’de Paris’e 30 km. kala müttefikler tarafından durdurulmuştu. Aslında milyonluk modern orduları sevk ve idare etmenin zorlukları savaşın başında kendisini göstermişti. Yine de Mareşal Schliefen Planı tam uygulansaydı Almanya’nın Fransa’yı ezip geçeceğine muhakkak gözüyle bakılıyordu. Ancak Alman milletinin onurunu düşünen imparatorun emri ile Alman ordularının ikiye bölünerek iki büyük cepheye taksim edilmesi sonucu batıdaki ileri harekâtı sürdürmeye kuvvetleri kâfi gelmedi. Almanlar yapılan Lanagemarck, Dixmuiden, Ramskapelle, Ypern ve Mesines’teki muharebelerde verdikleri büyük zayiatlara rağmen bir adım ilerleyemediler. Böylece Batı Cephesi İsviçre sınırından Kanal’a kadar geniş bir coğrafya üzerinde aylar sürecek siper savaşlarına dönüştü.15 Tamda bu zamanda kazanılan 18 Mart Deniz Zaferi üzerine Almanlar anlaşılan en çok Fransızların kaybına sevinmiş olmalılar ki, söz konusu telgrafta özellikle Bouvet’in adını vurgulamışlar.




18 Mart 1918 günü beraberinde altı yüz denizcisi ile birlikte inanılmaz bir hızla Çanakkale’de batan, 1898 yapımı Fransız Muharebe Kruvazörü Bouvet.
Müttefiklerin bundan sonra ki denizde verdikleri önemli kayıplar,13 Mayıs 1915 gecesi, Binbaşı Ahmet Bey komutasındaki Muavenet-i Milliye muhribinin gece karanlığından
İstifade ederek tehlikeli bir şekilde yaklaşarak İngilizlerin Goliath zırhlısını yaptığı üç adet torpido atışı ile Morto Koyu’nda batırması ve Hersing yönetimindeki U21 adlı Alman Denizaltısı tarafından 25 Mayısta Magestic ve 27 Mayısta Triumph zırhlılarının batırılmalarıdır. Endişeye kapılan İngilizler, Bahriye Nazırı Churchill’in talimatıyla dünyanın en büyük saff-ı harb gemisi olan Queen Elisabeth dretnotunu, herhangi bir kazaya uğratmamak için, bu bölgeden tamamen çektiler ve bu gemiyi bir daha asla Çanakkale’ savaşlarında kullanmadılar.
 Muavenet-i Milliye muhribinin Goliath’ı batırdığı aynı bölgede, tuhaf bir tesadüf eseri! 77 yıl sonra yani 2 Ekim 1992’de, Ege Denizi’nde gerçekleştirilen Nato Kararlılık Tatbikatı sırasında Amerikan Saratoga uçak gemisinden fırlatılan iki adet sea sparrow füzeleri tarafından vurularak ağır hasara uğratılan ve aralarında gemi komutanımızın da bulunduğu beş askerimizin şehit olduğu muhribimizin adı da Muavenet-i Milliye idi.
   Türk tarihinin büyük zaferlerinden biri olan, Çanakkale Savaşı’nın kaderini tayin eden ve netice bakımından I. Cihan Harbi’ni 2 yıl daha uzatan bu 18 Mart Deniz Zaferi’nin kahramanı Cevad (ÇOBANLI) Paşa’dır.16


Çanakkale mevki müstahkem komutanı                 Mayın komutanı Yüzbaşı Nazmi Bey                                                          Cevat Paşa (Çobanlı)                                                                                          (Akpınar)
                                                                                                                                              


Çanakkale Hava İstasyonu’ndan havalanan bir Türk devriye uçağı

                                            

                                 Çanakkale savaşlarının önemi


          Boğazı deniz yolundan geçemeyeceğini anlayan müttefikler bu defa Gelibolu Yarımadası’nı ele geçirip Boğaz müdafaa mevzilerini düşürüp donanmaya yol açmak gayesiyle 24–25 Nisan 1915 gecesi torpido botlarının bombardımanı ile çıkarma harekâtını başlattılar. Bundan sonraki günlerde Çanakkale savaşlarının en kanlı ve dramatik çarpışmalarına sahne olan safhası başladı.  Aylar süren kara, deniz ve hava güçlerinin bir arada görüldüğü bu savaşlar 1916 yılının Ocak ayına kadar devam etmiştir. Çanakkale savaşları bir Zaferler silsilesidir. Karada, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında yaşanan ve her iki taraf için son derece kanlı geçen Arıburnu, Anafartalar, Kirte, Conkbayırı, Zığındere, Kerevizdere çarpışmaları hep Türk zaferleriyle neticelenmiştir.
    Düşman şayet Çanakkale’den geçecek olsaydı, koca bir İmparatorluğun hükümet merkezi teslim olacaktı. Padişah ve devlet erkânının esir olmak ihtimalleri vardı. İşte bu korku devam ederken Çanakkale Zaferi bütün Türkün ruhuna taze bir can kattı. Bu zafer Türk tarihine muhakkak ki altın yaldızla yazılacaktır. Türk askeri ne demektir? Bunu cihan, Çanakkale ile bir daha tanıdı. Düşman çok kuvvetli, bol silahlı ve çok zengin bir milletti. Ona rağmen, Türk askeri süngüsüne dayanarak, düşmanı siperlerine mıhladı, bir adım ileri attırmadı. Türkün süngüsü Çanakkale’de çelik bir kale oldu.17
         Dünya savaş tarihinde Çanakkale Savaşı ilklerle doludur. Aynı mücadele sahası üzerinde denizde savaş gemilerinin, denizaltılarının, havada savaş uçaklarının, gözetleme balonlarının, gemilerden çıkarma harekâtının ve o güne kadar tarihin hiç görmediği bir yakınlıkta siper savaşlarının birlikte yaşandığı bir muharebedir. Bir Erkânı Harp Subayı olarak, bir komutan olarak Miralay Mustafa Kemal Bey’in, askeri sahadaki üstün bilgi ve kabiliyetinin eseri bu muharebelerde gösterdiği muvaffakiyet, onun bütün vatanda isminin duyulmasına, milletinin itimadını kazanmasına ve ileride başlayacak olan Türk İstiklal Savaşı’na lider olma yolunu açmıştır.
        Osmanlı Devleti Çanakkale Boğazı’nı dünyayı hayrete düşüren bir kararlıkla müdafaa ederek dünyanın en büyük donanmaları olan İngiliz ve Fransız filolarını Boğaz’dan sokmamıştır. Ayrıca Türkiye’nin Doğu ve Batı kültürlerine sahip binlerce gencinin şehit olmasına karşılık karadan hücum eden İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda ve Fransa ordularını da hezimete uğratarak denize atmıştır. Türk Ordusu’nun Gelibolu Yarımadası’nda dünyanın en muntazam ve mükemmel ordularına karşı gösterdiği kahramanca mukavemet ve onları ricate mecbur ederek kazandığı bu Büyük Zafer, şüphesiz Türk İstiklal Savaşı’nı yönetecek kadrolarda ümit, güven ve zafer ruhunu ateşlemiştir.

  
                                                                                                  Ünal KARINCALI
                                                                                                        
 1.  Milli Saraylar Hazine-i Hassa Arşivi Evrak III/80
 2.  İ.Ü.Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yıllığı 1989,s161
 3. Çanakkale Zaferi, Son havadis,18 Mart 1958
 4.  İ.Ü.Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yıllığı 1987,s320
 5.  Hayat Tarih Mecmuası,1965,sayı 2,s7
 6.  Die Deutschen Marine im Minen, Peter Schubert,s170
 7.  İsmail Habip, Tuna’dan Batı’ya, İstanbul 1935.s.225
 8.  Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim,s117
 9.  Hayat Tarih Mecmuası,1974,sayı 7,s44
10. Schubert, age,s170
11. Çanakkale Şehitler Memleketi, Tasvir,18 Mart 1946
12. Midhat Sertoğlu Hayat Tarih Mecmuası,1969,sayı 2,s14
13 Efsane Gemi Nusret, Sea life, No:6. Mart 2002. s:55
14.  Schubert, age,s171
15. 30000 Jahre Welt Geschichte II. s.573
16. Midhat Sertoğlu, Hayat Tarih Mecmuası,1974,sayı 7,s48
17. E. Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi,s123