16 Nisan 2011 Cumartesi

Akaret-i Seniyye Evleri (Akaretler) ve Mustafa Kemal Atatürk

AKARET-İ SENİYYE EVLERİ

  Sultan Abdülaziz zamanında, Dolmabahçe Sarayı’nda çalışan personelin ikamet etmesi için bugünkü lojman anlayışı ile Beşiktaş’ta, inşa edilen Akaret-i Seniyye Evleri, 139 konuttan oluşan bir vakıf kuruluşudur. Arapça gelir getiren emlak anlamına gelen Akaretler, daha sonra saray dışından kimselere de kiraya verilir olmuştur. Şair Nedim ve Spor caddelerine bakan bu binalardan dolayı, bugün semtin adı akaretlerdir. Akaretler Sıra evlerinin çevresinde yer alan bahçeli evlerde öteden beri seçkin saray memurları oturuyorlardı.
          Akaretler yapılar grubunun değişik bloklarında Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ten, kuvvetli fırçası ile 20 seneden fazla zaman İstanbul’un güzelliklerini resimleyen Fausto Zonaro(50 numaralı evde ), yazar Sabahattin Kudret Aksal’dan İzmir’li kumandanlardan Ferik Fahreddin Abbas Veral’a, Tunus’un bağımsızlık mücadelesine büyük emek veren Ali Baş Hamba’ya kadar pek çok ünlü oturmuştur.   M.Burak Çetintaş. Dolmabahçe’den Nişantaşı’na.s135
        Balkan Savaşı’nda, 8 Kasım 1912 senesinde Selanik Şehrinin Yunanistan’a teslim edilmesinin ardından, Türkler Selanik’ten ayrılmak zorunda kaldılar. Bu arada Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım kızı Makbule Hanımı alarak İstanbul’a gelir ve Akaretler mahallesindeki 76 numaralı eve yerleşirler.
   Ara sıra cephelerden İstanbul’a geldiğinde Mustafa Kemal Paşa annesi ile kız kardeşinin yanına gelir ve evin en üst katını kullanırdı. Nitekim Anafartalar’ın kahramanı 27 Kasım 1915’de göğsünden rahatsızlanınca Çanakkale’ den izinli gelerek İstanbul’daki bu evde birkaç ay istirahat etmiştir.
     Ancak Cepheden geldiği zamanlar annesini ziyaret edebilen Mustafa Kemal’in bu evde çok sık kalmadığını, onlarla beraber bir evde pek oturmak istemediğini de biliyoruz. Kendisi, annesi ile beraber kalmadığını şu suretle anlatıyor:
“Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğum evde ne anne, ne kız kardeş, ne de ahbapla beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve müstakil bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır.”  Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, Enver Behnan Şapolyo,s 58
     Birini Dünya Savaşı sonunda Osmanlı ordularının terhis edilmesine başlanması üzerine bu sırada Adana’ da bulunan Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam İzzet Paşa’dan aldığı emir üzerine,13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a geldi.
    Doğrudan Pera Palas Oteli’ne indi. Fakat Mustafa Kemal yabancı subaylarla dolu olan bu otelde kalamazdı. Beşiktaş’ta annesinin evine de gitmek de istemiyordu. Suriye’den tanıdığı Salih Fansa ve Bayan Selma Fansa’nın, Beyoğlu’nda oturdukları Apartmanın bir dairesine yerleşti. Arasıra da annesine ziyarete gidip geliyor, annesi de bu evi sık sık ziyaret ediyordu. Fakat güvenlik nedeniyle bu evde de fazla kalamayacağını anlayan Atatürk bu defa 21 Aralık 1918’de nihayet Şişli’de bugün müze olan, Madam Osep Kasapyan’ın evini kiralıyor. Beşiktaş Akaretler Mahallesindeki annesini ve kız kardeşi Makbule’yi de bu eve getirerek, evin üçüncü katını onlara ayırıyor. Kendisi orta katta oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak kullanıyordu.
 Mustafa Kemal’in 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmesinin ardından annesi ve kız kardeşi tekrar Akaretler Mahallesindeki 76 numaralı eve döndüler. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım,Cemil sönmez.s71
     Akaretlerde 76 numaralı evde oturan anne kız burada hep tedirgindiler. Eve sık sık baskın yapılmaktaydı. İşgal kuvvetlerinin bu baskınlarından dolayı Zübeyde Hanım’ın sağlığı daha fazla kötüleşti. Hatta bir defasında Mustafa Kemal evde bulunduğu bir gece, ev İtalyan askerleri tarafından basılıyor. Evi aramak istediklerini söyleyen İtalyan devriyeler, karşılarında bir generali görünce şaşırıyorlar. Paşa çok öfkeleniyor ve evi aramalarına izin vermek istemeyince aralarında sert tartışma çıkıyor. Sonunda Mustafa Kemal Paşa komşularının telefonuyla İtalyan komutanlığıyla irtibata geçerek durumu anlatınca, İtalyan komutanı, devriyelerin komutanına hemen evden çıkmalarını emrediyor.
    Yine ikinci bir baskın bu defa İngilizler tarafından deneniyor. Zübeyde Hanım, kızı Makbule ve akrabaları Fikriye Hanım bu baskından son derece korkuya kapılıyorlar. Tercümanlık yapan Ermeni bir vatandaş, Zübeyde Hanım’ın karşısına dikilerek ’ “İngilizler Mustafa Kemal’i istiyorlar “ deyince Zübeyde Hanım o korkuyla “oğlum şu odada “diye gösteriveriyor.
     Meğer o gün Atatürk arkadaşı Rauf Beyle bir odada çalışıyorlarmış. Ama odaya giren saldırganlar orada kimseyi bulamayınca büyük bir öfkeyle evi terk ediyorlar. Ardından Rauf Bey çalıştıkları odadan çıkınca, annesi telaşla oğlunun nerede olduğunu soruyor  “ Oğlum nerede? Rauf Bey?  Oğlum nerede? “Korkmayın”  demiş Rauf Bey, “Oğlunuz İngilizlerden kaçtı”. Bu söze son derece kızan Zübeyde Hanım” Ne demek bu? Olur mu öyle şey?” Benim oğlum kaçmaz. Kimseden kaçmaz.” Atatürk Evleri, Nezihe Araz .s42

      
   

Hareket Köşkleri

                                        Hareket Köşkleri

   Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi’nin karşısında yer alan Hareket Köşkleri’nin eski adı  “Efendiler Daireleri ” dir. Bu köşkler, 1894 depreminin hemen ardından inşa edildikleri için belki de bu sebeple Cumhuriyet devrinde, Hareket Köşkleri olarak adlandırılmışlardır.

    10 Temmuz yani 1894 tarihinde meydana gelen İstanbul depremi sonrasında Dolmabahçe Sarayı Veliahd Dairesi oturulamayacak derecede hasar gördü. Bunun üzerine 1894 Ekim ayından itibaren Veliahd Reşad Efendi ile kardeşi Kemaleddin Efendi’lerin daha güvenli bir ortamda ikametlerini sağlamak düşüncesiyle inşa edilen bu yapıların mimari faaliyetlerinin başına, devrin Ebniye-i Hümayun Serkalfası Serkiz Balyan getirilmiştir. Köşklerin iç mekân tasarımı ise Tamirhane-i Hümayun ressamı Mösyö Mais tarafından gerçekleştirilmiştir.*
     Her iki köşk, kırma çatı ve cepheleriyle Fransa ve İsviçre’nin dağ evlerini çağrıştırmaktadır.

  Tefrişinin Mefruşat Ambarı İdaresi’nce tamamlanan Efendiler Daireleri’ni (Hareket Köşkleri) Veliaht Reşad Efendi ve II. Veliaht Kemalettin Efendi 1894 yılının sonlarına doğru kullanmaya başlamışlardır.


*BOA, Y.Mtv, 107/90, 108/1145

3 Nisan 2011 Pazar

Hiç Yayınlanmamış, Cumhuriyetin 10. Kuruluş Yıldönümü Kutlamalarını Gösteren Albüm

 Halife Abdülmecid Kütüphanesi
                         Dolmabahçe Sarayı


























 Halife Abdülmecid Kütüphanesi
Dolmabahçe Sarayı

Osmanlı da Harem de Eğitim

                                                Harem-i Hümayun’da Eğitim 



Harem-i Hümayun sarayda padişahın, çocukları ve eşleri ile yaşadığı ve gece uyuduğu ev kısmıdır. Arapça kökenli olan haremin kelime manası, girilmesi yasak olan ve saygı duyulan, korunan, mukaddes şey ve yer demek idi. Osmanlı sarayında haremin bir diğer adı Dar’üs-saade’dir ve anlamı saadet evidir.
   Osmanlı saraylarında Harem, Mabeyn ile Kızlar Ağası Dairesi arasında yer alır. Bu bölüme yakın akraba olmayan erkekler ve Kızlar Ağası hariç müsaadesiz kimse giremezdi. Padişah ebesi, dadısı, süd ninesi, hayatta ise istediği gibi Harem’e girebilir, isterse Harem’de bir dairede, kalabilirdi. Bunun haricinde hastalık sebebiyle hekim ve cerrahlar, harem ağalarının refakatinde girerlerdi. Bir de, odun ve eşya nakleden Baltacılar. Bunlar, cariye kapısından girerler, işleri bitince, yine aynı yoldan çıkarlardı. Ayrıca cülus ve bayram törenlerinde altın tahtı bunlar taşır ve kurarlar, tören sonunda tekrar tahtı kaldırarak hazineye teslim ederlerdi.  Baltacılar bu merasimde Padişahın tahtının arkasında bulunurlardı. Saray mevlitlerinde hazırlanan gülsuyu ve şerbetleri gerekli yerlere dağıtmak gibi dış görevleri de vardı. Klasik dönemde, savaş zamanlarında Sancak-ı Şerif ile sadr-azam sefere gidince bu baltacılardan otuz neferi beraber gidip Sancak-ı Şerif altında Kur’an-ı kerim okurlardı. Haremde vefat eden şehzade, sultan, kadın efendi cenazelerini baltacılar taşırlardı. Vefat eden padişahın cenazesinin etrafında yalnızca baltacılar bulunur ve üzerinde siyah sorguç takılı padişah tabutunu elleri üzerinde bunlar taşırlardı.
          Harem işleriyle ilgili bütün yazı işlerinde ve Harem’in Mabeyn’le olan irtibatında en üst makam Kızlar Ağalığı idi. Zenci veya Habeş hadımı olan Kızlar Ağası Harem’deki hadımların başı olan bir Harem ağası idi ve dairesi Harem bahçesinden bir duvarla ayrılmaktaydı. Kızlar Ağası’nın kullandığı binanın Harem’e en yakın bina olması Haremle doğrudan ilişkili olmasındandır. Kendisine Büyük Ağa da denilen Kızlar Ağa’sının bu daireden başka ikinci makamı sarayın Mabeyn bölümündeydi. Bu planlama Topkapı Sarayı’ndaki düzenlemenin aynısıdır.
    Harem Ağaları hiyerarşisi; Kızlar ağası ( Darüssade Ağası), Hazine-i Hümayun Vekili Ağa, Valide Başağası, padişah musahibleri, hasıllu ağalar, başkapı gulamı ağa, yayla başkapı gulamı ağa şeklindeydi. Bunlar Harem Ağaları hiyerarşisinde birinci sınıfı teşkil edenlerdi. Bunlardan başka esas yekûnu oluşturan ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı sınıfı teşkil eden ağalar bulunmaktaydı.
   Klasik dönemde şehzadeleri eğiten ve yaşamlarından sorumlu olan Kızlar Ağası Harem’e cariye ve ağaların devşirildiği teşkilatında başındaydı. Sarayın en yüksek amiri olarak gücünü Tanzimat dönemine kadar koruyan kızlar Ağası’nın yetkileri 19. yüzyılda Başmabeynci, Başkâtip ve evkaf nezaretiyle dağıtılmış, yönetimden soyutlanmışlardır.
   Osmanlı arşiv kaynakları haremdeki hayat hakkında adeta tam bir sessizlik içerisindedir denilebilir. Haremde geçen hadiselerin önemli bir kısmı bugün bilinmemektedir. Zira orada olanlar çok defa içerde kalır, hiçbir surette dışarı sızmazdı. Çünkü burada yaşayanlarda aranan en mühim özellik, ketum olmaktı. Bu sebeple değil gördüklerini kaleme almak, hatta çok defa anlatmaktan da çekinilirdi.







                                                  Cariyeler


   Harem’de yaşayan en saygın kişilik kuşkusuz valide sultandı. Onun kontrolünde haremde ikamet edenler; hanedan mensubu olan sultanların, şehzadelerin, kadın efendilerin, ikballerin yanında haremin hizmet erbabını teşkil eden görev ve derecelerine göre cariyeler gelirdi.
   Osmanlı devlet teşkilatında önemli bir yere sahip olan Harem-i Hümayun ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Nasıl ki Enderun-i Hümayun padişah, saray ve devlet hizmeti için erkeklerin yetiştirildiği bir akademiyse Harem-i Hümayun evi de padişah ailesinin ve saray hizmetleri maksadıyla saraya alınmış olan cariyelerin ikametgâh ve eğitim kurumuydu. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.
Harem-i Hümayun hakkında arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı Leslie  P. Peirce bu konuda şunları söylemektedir:
Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise, bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar, sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha şahsî hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmete hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine şahsî hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.” 1
    Harem’in temelde sahip olduğu bu özellik, hem padişah ve ailesinin, hem de saray hizmetkârlarının ikametgâhı ve mektebi olmasıdır. Bu hususta Harem adlı eserinde Çağatay Uluçay şu tafsilatı verir.
 Cariyeler saraya hizmet görmek için alındığından önce çamaşır, külhan, aydınlatma, kiler, sofra gibi genel hizmetlere verilirlerdi. Bunlar pek güzel olmayan genç ve orta yaşlı cariyeler olurdu. En güzel olanları padişah hizmetine ona yakın olanlar da ve şehzadeler dairelerine gönderilirlerdi. İleride güzel olacakları umulanlarda haznedarlara ve kalfalara bırakılır, yetiştirilmeleri emredilirdi. İlk olarak, saray geleneklerine uyularak, yeni cariyelere, görünüşlerine, renklerine, güzelliklerine ve karakterlerine göre farsça anlamlı isimler verilirdi. “ Şayeste, Düzdudil, Ruhisar, Neş’eyap, Şevkiyar, Mahcemal, Hoşnaz, Şevkialaem, Nergizeda, Rengimelek, Neşedil, Feleksu, Hoşneva, Tarzınev, Laligül, Reftardil, Handeru, Perestu, Demsaz ..”gibi. Dikkat edilirse cariyelere verilen isimler dünyevi zevkleri hatırlatan, gönül açıcı anlamlar taşırlarken padişah kızlarına verilen isimler ise daha çok dini kaynaklıdır.
    Harem’e alınan cariyelere, kalfalar tarafından terbiye, nezaket, büyüklere karşı saygılı olma hakkında bilgiler verildiği gibi uygulanırdı. Harem’e dair hatıralar okunduğu zaman bunlara nasıl dikkat edildiği cariyelerin ne kadar kibar olduğu derhal göze çarpar. 5-6 yaşında iken alınmış bu cariyeler, istikbalin ikballeri, kadın efendileri ve valide sultanları olacaklarından okuyup yazmalarına, saray görgülerini iyi öğrenmelerine son derece dikkat edilirdi. Hele padişah hanımı olacak olanları, Haznedar usta özel bir itina ile yetiştirir, efendisine yaraşır bir kadın olmasını sağlardı.
    Harem’de yaşayan cariyeler üç kısma ayrılırdı. Acemiler, kalfalar ve ustalar. Harem’e alınan cariyelere ilk olarak Türkçe öğretilirdi ve bu dili çok güzel konuşmaları sağlanırdı.  Saray göreneği ve çalışacakları işleri öğrendikten sonra bir cariyenin acemiliği sona erer ve bir kalfanın yanında hizmete girerdi. İleriki yıllarda kabiliyetine göre yükselir kalfa ve usta olurlardı. İslam dininin kanunlarıyla yetiştirilen cariyeler Müslüman olduklarından zaten Kur’anı okumayı öğrenmek durumundaydılar. Safiye Ünüvar Saray Hatıralarım adlı esrinde Sultan Reşad’ın kendisine “ Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara, verdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu iradem hoca hanım tarafından talebelerine söylensin” iradesini tebliği ettirtmişti. Bunun üzerine Safiye Hanım sınıfın kapısına şu levhayı yazdırıp astırmıştı. “Namaz kılmayan, oruç tutmayan dershaneden içeri giremez”.
    Okumayı öğrenmenin yanında, cariyeler kabiliyetlerine göre bazı müzik aletlerini çalmayı, şarkı söylemeyi, oyun oynamayı öğrendikleri de kesindir. Bugün onlardan bize kalan eşyalarından ve elbiselerinden cariyelerin ayrıca dikiş dikmesini, dantelâ işlemesini, örgü örmesini de bildiklerini anlıyoruz. Bu bakımdan, Harem bir kültür okulu ve nezaket yuvası olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta eski saraylılar, acemilere: “Sarayda terbiye olmayan hiçbir yerde terbiye öğrenemez, burası terbiye mektebidir2 diye korkuturlarmış.    
     Harem’in mükemmel bir saz heyeti ve Tanzimat’tan sonra üniforma giydirilmiş mükemmel bir kız bando takımı vardı. İçlerinden yetişen Dilhayat Kalfa, en büyük Türk kadın bestekârlardandır.(1750-1820). Erkek muallimlerde Harem’e girebilir ders verebilirlerdi.
    Harem’deki cariyeleri kızlar ağası değil, Baş hazinedar usta denen en büyük cariye yönetirdi. Derecesi bir vezire eşittir ve vezir maaşı alır. Elinde uzun ve yere değen bir asa taşır. Padişahın üç mühründen biri bu cariyededir. Hazinedar sayısı en çok on ikidir. Bunlar en rütbeli cariyelerdir. Valide Sultan’ın, Harem’deki sultan’ların, kadın efendilerin mabeyncilik(sekreterlik) görevleri de bunların üzerindedir. İlk beş hazinedar, padişahın yatak odasına serbestçe girebilir, baş hazinedar ise padişahın yatak odasına uyurken de girebilip mühim bir mesele için kendisini uyandırabilirdi. Baş hazinedar’ın düzen ve protokol hakkındaki ihtarlarına kadın efendiler bile uymaya mecburdu. İlk beş hazinedar, ikballere bile yanlış hareketlerini ihtar ile vazifeli idiler. Baş hazinedar, son derece grift olan Osmanlı Saray adet, terbiye ve nezaket kaidelerini yutarcasına bilirdi. Harem bayramlaşmalarını o düzenler, harem muayedesinde büyük tuvaletini giyer, altın mühr-ü hümayunu ve nişanlarını göğsüne takardı. Harem dışındaki törenlerde bulunamazdı. Her hazinedar’ın hizmetinde cariyeler olup Baş hazinedar’ın şahsi hizmetinde yirmi kadar cariye bulunurdu. Hazinedarlardan sonra beş Kâtibe Kalfa gelirdi ki bunlar protokol ve kabul işleriyle uğraşırlardı. Protokol sırasıyla çamaşırcı, ibriktar, çeşnigir, kahveci, kutucu, kilerci şerbetçi denen cariyeler gelirdi. En kıdemlilerine mesela Başkahveci Kalfa ve muavinine İkinci Kahveci Kalfa denirdi.
    Padişah eşlerinin ve prenseslerin emrindeki nedime cariyelerinin sayısı haşmet unsuru idi. Bu cariyeler bir şey yapmazlar, görerek ve dinleyerek öğrenirlerdi. Bilhassa bunların arasından padişah hanımları yetişmiştir. Rütbeli cariyeler törenlerde mücevherler içinde gezerlerdi. Fakat bilhassa nedime olanlar, mücevherlere boğulmuş denecek şekilde süslenirdi. Evlendikleri zaman bu mücevherler kendilerine bırakılırdı.3





                                                     Padişah Çocuklar

                                Padişah Kızlarının Eğitimi

    Osmanlı saraylarında Padişah eşlerine Kadın Efendi, Şehzade eşlerine ise Hanım Efendi denilirdi. Padişahın bir çocuğu dünyaya geldiğinde doğum derhal top atışları ile halka duyurulurdu. Yedikule ve Topkapı Sarayı’nın sahilinde bulunan toplardan eğer doğan bir şehzade ise yedi, kız ise üç atış yapılırdı. Top atışı günde beş kez tekrarlanırdı.
   Padişah veya şehzade kızı, yani baba tarafından Devletin kurucusu Osman Gazi’nin soyundan gelen Osmanlı İmparatorluk prenseslerine İstanbul’un fethinden itibaren günümüze kadar “sultan” ve saygı ve nezaket unsuru olarak “sultan efendi denmiştir.  İstanbul’un fethinden önce “hatun” denirdi
    Bir sultan doğar doğmaz kendisine bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler tahsis edilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfası uğraşırdı. Yürümeye başladığında kalfası, ya da dadısı ile beraber aynı yaştaki çocuklarla oynar, bahçelere çıkar küçük cariyelerle vakit geçirirdi. Sultanlar, kalfasız ve dadısız asla dışarı çıkmazlardı. Bu oyunlara zaman zaman, geleceğin Harem ağaları olacak küçük zenci çocukları da katılırdı.
     Sultanlar, okuma çağına gelince irade-i şahane ile derse başlarlar ve kendilerine atanan hocalar tarafından ders görürlerdi. Sultanlar, derse törenle başlarlardı. Çoğu zaman, törenlere padişah da katılırdı. Bazen Besmeleyi padişahın kendisi çektirirmiş. Derse başlamadan önce, sultanlara, hocalık takımı yapılır. Ve hazırlanırdı. Hocalık takımı şunlardı: Kapakları tuğralı bir cüz elifbe, bir Amme cüzü, inci, sırma ve tırtıl işlemeli, üzeri pırlanta elmasla süslü kadife cüz kesesi, roje elmasla süslenmiş gümüşten yapılmış küre rahle, inci, sırma ve tırtıl işlemeli bir atlas minder, iki tane pırlanta elmaslı altın hilal, birisi sadece, bir tane sırma işlemeli, sırma saçaklı kadife kaplı yaldızlı ağaç rahle, klaptan saçaklı, gümüş bürümcük telli rahle örtüsü, beş tane pırlanta elmaslı iğne, inci, sırma ve tırtıl işlemeli ve yine harçları bunlardan olan entari, bir tane inci, sırma, tırtıl işlemeli harçlı, mor atlas baş başlığı, bir tane fermayış şal, bir tane telli bohça.5
          Hanedana mensup kızlarla erkeklerin bir arada okudukları şüphesizdir. Çünkü buraya devam edenler yalnız padişahın çocukları yani birbirinin kardeşleri oldukları için aralarında kaçgöç olamazdı. Topkapı Sarayı’nda başka yerlerde oturan şehzadelerin çocukları ise tabiatiyle bu mektebe gelemezlerdi. Onlar da saraylarında otururlardı.6
   Topkapı Sarayı’nda, dersler Şehzadeler Dershanesi’nde okunurdu. Yıldız Sarayı’nda ise kızların ve şehzadelerin dershaneleri ayrılmıştı. Sultanlar, Küçük Mabeyn Odası’nda ders okuyorlardı. Ders öğleye kadardı. II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu’ yazdığı  “Babam Abdülhamid” adlı kitabında sultanların okudukları dersler hakkında bizlere şu bilgileri aktarır: “ Biz gitmeden önce sarayın hademeleri, dairenin büyük salonuna kırmızı kadife minderler ve rahleler koyacaklardı. Rahlelerin üzerinde dvit, kamış kalemlerimiz duracak, hocalarımız sır katibi Hasip Efendi ile, özel şifre katibi kamil Efendi.  Hasip Efendi Kur’an-ı Kerim, Arabî, Farisi; Kamil Efendi de Türkçe ve kıraat,  kavaid-i Osmanî, hesap, tarih ve coğrafya dersleri verecekti. Annem, mektep çantamı hazırlamıştı. Fevkalade güzel mor kadife üzerine gümüş işlenmiş bir çanta içine kıymetli yaldızlar içinde elifbe cüzü, altın ve uçları elmaslı hilaller konmuştu. Mor rengi çok sevdiğim için bu renkte hazırlamışlardı.”
    Sultan Reşad zamanında hemen hemen aynı dersler Yıldız Sarayı’nda okutulmuştur. Yalnız bunlara ulumu diniye ile jimnastik dersi ilave edilmiştir. Okumada önemle üzerinde durulan şey, Halife’nin çocuklarının Kur’an-ı Kerim’i doğru okumalarını temin etmekti. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’e çok önem veriliyordu.  19. Yüzyılda bilhassa Tanzimat Devri’nde Batılı musiki aletlerine, en çok piyanoya önem verilmiş, birçok sultanlar piyano çalmasını öğrenmişlerdir. Bazı Şehzadelere ve Sultanlara Fransızca öğretilmiştir. Nitekim Sultan Abdülaziz’zin 1867 Avrupa seyahatinde yanında götürdüğü şehzadelerden Murad Efendi mükemmel tahsil görmüş hem Batı, hem Türk musikisine vakıf bu yakışıklı şehzade Fransa ve İngitere’de gittiği davetlerde konuştuğu işlek Fransızcasıyla hayli sükse yapmış çevresindekileri kendisine hayran bırakmıştı.


                                     Şehzadelerin Eğitimi

    Osmanlı hükümdar sülalesinin erkek evlatları için ilk devirlerde “ bey”, “çelebi” ya da “emir” denilirdi. Sonra “sultan”, “han” denmiştir. 1826 tarihinden sonra sultan ve han unvanları padişaha tahsis edilerek, bütün şehzadelere, Veliahd dâhil olmak üzere “efendi” denmiştir. Daha sonra kullanılan şehzade tabiri Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. Yeni doğan bir şehzadenin hizmetine, usta denilen yirmi kadar genç kız tayin edilir ve annesi çocuğun bakılmasına ve büyümesine nezaret ederdi. Bu maiyetin başlıcalarından ağa denilen üç kişi has odalılardandı. Bunların içinden en yaşlısı şehzadenin baş mürebbisi olup kendisine baş lala derlerdi. Bunun emri altındaki diğer üç hadım ağası da lala unvanını taşırlardı. Padişah çocuklarını hiç kimse öpemez ve Daye ve Dadı’dan başkasının kucağına verilmezdi.
     Osmanlı şehzadesi beş altı yaşına yani tahsil çağına geldiği zaman kendisine bir hoca tayin olunarak merasimle derse başlattırılırdı. Şehzadenin bu derse başlamasına “bed-i besmele” denilirdi. Bu merasimde ve davetlilerin huzurunda iptida Şeyh-üli İslam Efendi teberrüken şehzadeyi eski alfabe tertibi üzere elif’ten ye’ye kadar okutur ve sonra dua eder ve merasim nihayet bularak tahsili, tayin olunan hocasına bırakılırdı. Şehzadenin derse başlaması münasebetiyle kendisine lazım olan elifba ile cüz kesesi, hilal ve saire mükemmel ciltlenmiş tezhipli olarak Sadrazam tarafından hediye olarak takdim edilirdi. Hoca şehzadeyi Tanzimat’a kadar Dar üs- sade ağası dairesinde, Tanzimat’tan sonra sarayda tahsis olunan dairelerden birinde okuturdu. Kur’an-ı Kerim’i hatmeden şehzadeyi Sadrazam ve sair devlet erkânı tebrik ederler, hediyeler de verirlerdi.  Şehzadelerin padişah olanlarının hocalarına ”Muallim-i Sultani” denilirdi.7
      Şehzade ve Sultan çocukların “taya” denen ihtiyar Enderun mensuplarından erkek hizmetkâr mürebbileri vardı. Bunlar çocuk şehzade ve sultan’ları Harem’den dışarı çıkarıp hizmetlerinde bulunurlardı. Şehzade biraz büyüyünce ayrıca lalası olurdu. Lala, mühim görevlerde bulunmuş emekli ve muhterem devlet adamlarından seçilirdi., fakat genç lalalar  da vardır. Lala’nın görevi, taya’nın görevinden ileri idi. Şehzadenin askerlik, silahşörlük, binicilik hocası idi.
       Bilindiği gibi devlet idaresinde bilgi edinmek için 16.asrın sonlarına kadar şehzadeler sancağa çıkarılırdı. Taşrada valilikte bulundukları bu esnada şehzadeler, başta annelerinin refakatinde özel hocalardan ders aldığı gibi devrin tanınmış devlet adamlarından seçilen lala’sının yardımıyla da gördüğü bu öğrenim sürecinde padişahlığa hazırlatılırdı. Serbest bulundukları zamanlarda ata binip, ok atmak, avlanmak, gürz kullanmak gibi spor hareketlerinde bulunurlar ve silahşörlükte kendilerini yetiştirirlerdi.
       17.Yüzyıldan sonra şehzadeler saraya kapatılınca burada cariyeler tarafından tahsil görürler ve bazıları can sıkıntısından vakit geçirmek için mücevhercilik, kuyumculuk, tornacılık gibi sanat öğrenirler, ok ve yay yaparlardı.
     Tanzimat’tan sonra şehzadeler daha serbest bir hayata kavuştular ve önde gelen devlet adamları, memleketin aydınları ile bilginlerle, ediplerle, şairlerle görüşerek halkın içinde gezebilir oldular. Öğrenimlerini saraya gelen hocalardan yapan Osmanlı şehzadelerinin bir kısmı askeri okullara devam ettiler ve tahsillerini yurtdışında tamamlayarak, Orduda görev aldılar.  Nitekim Birinci Dünya Savaşı boyunca askerlerimiz çeşitli cephelerde vatanları uğruna cansiperane çarpışırlarken, bu şehzadeler, bilindiğinin aksine saray ve konaklarında oturmayıp, atalarının büyük fedakârlıklarla kurdukları devletlerine hayatlarını vakfederek, Ordumuza bizzat hizmet etmişlerdir. Bunlardan bazısının ismini sayacak olursak;
Sahra Topçu Binbaşı Abdürrahim Efendi
Süvari Yüzbaşı Osman Fuad Efendi
Piyade Yarbay Abdülhalim Efendi
Piyade Mülazım- ı evvel(Üsteğmen) Ömer Faruk Efendi
Mülazım- Sani (Teğmen) Şerafeddin Efendi
Süvari Üsteğmen Ahmed Nureddin Efendi
   Yukarıda adı geçen şehzadelerin savaştıkları cephelerden muhtelif sebeplerle saraya çektikleri telgraflardan, Milli Saraylar Hazine-i Hassa Arşivi’nde çok sayıda mevcuttur. Bu telgraflardan bir örneğinin çevirisi şöyledir.





24/ 7 /1915
Warnewille


İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı Baş kitabet Dairesi’ne


Batı harb sahasından Prens Abdülhalim ve Osman Fuad Efendilerin milli bayramı en içten tebrik ettiklerini, İmparatorları Majesteleri’ne iletmelerini, ekselanslarından rica ederim.
Ondördüncü Kolordu’dan
          Albay
VON STREMPEL 8


                                                                                                       ÜNAL KARINCALI

NOTLAR:


1  Leslie P. Pierce, Harem-i Hümayun. Sayfa.119.
2 Çağatay Uluçay, Harem, sayfa,19
3 Yılmaz Öztuna Omsalı Devleti Tarihi. Sayfa 27.
4 II.Abdülhamid Devrinde Harem Hayatı. Hayat 1963, I.sayı1,s.7.
5 Çağatay Uluçay, Harem, sayfa, 86
6 Tarih Deyimleri Ve Terimleri. M. Zeki Pakalın C.III. s.332
7  Tarih Deyimleri Ve Terimleri. M. Zeki Pakalın C.III. s.332
8  Milli Saraylar Hazine-i Hassa Arşivi, E.III / 76 Lef 11

Sultan II. Abdülhamid Han (1876-1918)


SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN (1876-1918)

Sultan Abdülmecid ile Tîrimüjgân Kadın Efendi'nin oğlu olan 34. Osmanlı padişahı II. Abdülhamid, 22 Eylül 1842 sabahı Eski Çırağan Sarayı’nda doğdu. Şehzadeliğinde Edhem Paşa, Kemal Paşa, Safvet Paşa, Gerdankıran Ömer Hulusi Efendi, Tosyalı İzzet Mustafa Paşa, Şîrîn Hafız Efendi, Vakanüvis Lutfî Efendi, Fransız Gadret, Fransız Alexandre, İtalyan Guatelli Paşa,Lombardi gibi özel hocalardan İslâmi ilimleri, hat, musiki, Arapça, Farsça, siyaset, iktisad, Osmanlı Edebiyatı ve tarih dersleri alan II Abdulhamid resme ve marangozluğa merakı sebebiyle de Alman Karl Jansen' ve Halil Efendi adlı sanatkarlardan ayrıca marangozluk ve oymacılık öğrenmiştir. Amcası Sultan Abdülaziz'in 1863 Mısır ve 1867 Avrupa gezilerine katılmıştır.

 31. 08. 1876 tarihinde tahta çıkan II. Abdülhamid Osmanlı tarihinde en uzun saltanat süren padişahlardan olup 33 yıl devleti tam bir şahsi idare ile yöneterek hakkında en çok eser yazılan bir devlet adamıdır. 1877-1878 Türk-Rus Harbi’nin çıkmasının hemen ardından, devletin idare merkezini Dolmabahçe Sarayı’ndan Yıldız Sarayı’na taşıyan II. Abdülhamid, burasını farklı fonksiyonların yürütüldüğü çok sayıda küçük köşk ve kasırlardan oluşan bir saray haline getirmiştir. Bununla birlikte devlet hiçbir zaman olmadığı şekilde Yıldız’dan yönetilmeye başlandı. Vaktiyle Topkapı ve Edirne Saraylarında olduğu gibi Yıldız, adeta şehir içinde şehir halini aldı. İçinde onbinlerce insan ve asker yaşıyordu. Bâb-ı Âlî’nin otoritesi ve nüfuzu kırılarak her şey Yıldız Sarayı’na bağımlı hale geldi.

Döneminin en önemli şahsiyetlerinden birisi olan Sultan II. Abdülhamid, milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü müdafaayı hayati bir görev sayarak dehasını en fazla dış siyaset sahasında göstererek Avrupa politikasına birinci derecede etkili olmuştur. Sultan II. Abdülhamid’in ülke içinde en çok ağırlık verdiği husus ise birinci derecede eğitim, ikinci derecede bayındırlık olmuştur.

Sultan II. Abdülhamid memlekette kültür seviyesini yükseltmek ve kaliteli yönetici ve asker yetiştirmek gayesi ile başta başkent İstanbul olmak üzere, İmparatorluğun birçok bölgelerinde okullar açtırmıştır. Mülkiye, Hukuk, Sanâyi-i Nefiîse mektebi, Hendese-i Mülkiye, Dârül- Muallimîn-İ Âliye, Maliye Mektebi, Kız Sanayi mektepleri, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi, dilsiz ve âmâ mektepleriyle, öğretmen okulları ve fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan Dârülfünun hep II. Abdülhamid döneminde açılmıştır.  Ayrıca hanedan çocuklarına eğitim veren Şehzadegân Mektebi ve taşradaki aşiret beylerinin çocukları için ayrıca Aşiret Mektebi’ni açtıran II. Abdülhamid, Müze-i Hümayun(Eski Eserler Müzesi), Beyazıt Umumi Kütüphanesi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür müesseselerini de kurmuştur.

23 Aralık 1876 tarihinde Meşrutiyet'in ilanı, 1877 tarihli İstanbul Belediye Kanunu, 1882 tarihli Ebniye Nizamnamesi, altyapı hizmetleri, Kudüs-Yafa, Ankara- İstanbul ve Hicaz demiryollarının yapımı, Ziraat Bankası, Ticaret, Sanayi ve Ziraat odalarının açılması, İstanbul, İzmir, Selanik, Beyrut gibi şehirlerde önce atlı sonra elektrikli tramvayların kullanımı, yeni rıhtımların yapılması, Hicaz ve Basra’ya kadar telgraf hatlarının çekilmesi, memlekette telefon ve otomobilin kullanımı, Terkos su şebekesi ve Hamidiye içme suları tesisi ve havagazının yaygınlaştırılması gibi daha pek çok önemli kamu hizmetleri yapılmıştır. Ülke tanıtımına çok önem veren padişah, başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun muhtelif şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlatmıştır.
 

Padişahı pek çok devlet adamı yanı sıra İran Şahı Nâsuriddin, oğlu Muzaffereddin Şah, eski ABD başkanı Genaral Grant, Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan prensleri, Romanya Kraliçesi ve Zengibar sultanı gibi pek çok hükümdar, prens ve devlet adamı ziyaret etmiştir. Şüphesiz en ünlü konuğu Alman İmparatoru II. Wilhelm olmuştur. Yerli ve yabancı basında büyük yankılar uyandıran bu ziyaret, Osmanlı kamuoyunda dostluk ve barışın göstergesi olarak açıklanırken, Türk-Alman ilişkileri açısından da yeni bir dönemin başlangıcı olur.

 II. Meşrutiyet’in ilânı ardından, yeni rejimi korumak için İttihad Ve Terakki tarafından Selanik’ten getirtilen Avcı Taburları 31 Mart 1909 tarihinde Meşrutiyet rejimine karşı ayaklanmışlardır. Meşrutiyeti korumakla mükellef bulunan Avcı Taburları’nın ayaklanması İstanbul halkını dehşet içinde bırakmıştı. İsyanı bastırmak için yine İttihad Ve Terakki tarafından kurulan Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girerek şehre hâkim olmasından sonra bu defa Meclis-i Milli adı ile Yeşilköy'de toplanan Meclis-i Meb’usan’ın 27 Nisan 1909 tarihli olağanüstü oturumunda Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine karar verilmiştir.

Hal edilmesinin hemen ardından Sultan II. Abdülhamid Selanik’te Alâtini Köşkü’nde göz hapsinde tutuldu. Balkan Savaşı’nın çıkması üzerine 1912 yılında İstanbul’a getirilerek, kendisine tahsis edilmekle beraber sadece birkaç odasını kullandığı Boğaz’ın Anadolu yakasındaki Beylerbeyi Sarayı’nda zorunlu ikamet ettirildi. 10 Şubat 1918 tarihinde Beylerbeyi Sarayı’nda vefat eden, halkının Sultan Hamid dediği padişah, devlet yönetiminde kendisine örnek aldığı dedesi Sultan II. Mahmud'un Divanyolu'ndaki türbesine defnedilmiştir.

Osmanlı Sarayı'ndan Aşk Mektubu


SULTAN I.ABDÜLHAMİD HAN


         20 Mart 1725 tarihinde doğan Sultan I.Abdülhamid, Sultan III. Ahmed ’in en küçük oğludur. Annesi Râbi’a Şermî Sultan'dır.  Osmanlı Rusya Savaşı sürerken bütün cephelerde Osmanlı kuvvetleri büyük sıkıntılarla karşı karşıya iken bu ortamda ağabeyi Sultan III. Mustafa’nın savaşın kötü gitmesinden dolayı kederinden vefat etmesi üzerine, 49 yaşında 21 Ocak 1774’de Osmanlı tahtına oturdu. Tahta geçtikten altı ay sonra Küçük Kaynarca Muahedesi’ni imzalayarak beş yıldır devam eden savaşa nihayet verdi.
  Yaratılışı itibariyle saf, nazik, kibar, halka karşı merhametli, hatta kerametleri halk arasında yayılacak kadar dindar, beş vakit namazlarını mümkün oldukça Camilerde cemaat ile kılan ve devlet işleriyle yakından ilgilenen Sultan I.Abdülhamid siyasetten ziyade ıslahat hareketlerinde muvaffak olmuş bir hükümdardır. Hayatı boyunca iş bilen sadrazamları ve devlet adamlarını iş başına getirmeye çalışarak, devlet için lazım gelen askeri alandaki ıslahatı yapmaya gayret etmiştir. Nitekim tersane ve topçu ocaklarının ıslahı, Kara Mühendishanesi’nin açılması, Müteferrika matbaasının yeniden ihyası, küçük sanayinin teşviki, yerli malı kullanılmasının bütün ülkede mecbur tutulması, hep onun zamanının işleridir. Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın 1788’de Avusturya İmparatoru II. Joseph’in komutasındaki Alman Ordusunu Şebeş meydan savaşında mağlup etmesi üzerine ulemanın ittifakıyla, 21 Eylül 1888’de kendisine resmen Gazi unvanı verilmiştir.
   Osmanlı Hanedanı yeryüzünde aralıksız en uzun saltanat süren hükümdar sülâlesi unvanına sahiptir. Bu hanedana ait olup ancak aileye has, Harem’den Aşk Mektupları diye bilinen ve aslında senelerce Topkapı Sarayı’nın Harem Hazinesinde muhafaza edilirken Cumhuriyetten sonra ortaya çıkarılan çok özel mektuplar mevcuttur.    
   Padişahların hanımlarına veya tam tersi kadın efendilerin, ikballerin ve sultanların yazdığı bu sevgi yüklü mektuplarının belki de en ilginç örneği aşağıda okuyacağınız Sultan I.Abdülhamid’in hanımı Ruhşâh’a yazdığı mektuplarından bir tanesidir. 
   Bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın gizli arşivinde saklı tutulan içinde en çok aşk ve muhabbet ifadeleri kullanılan söz konusu mahrem mektuplar gösteriyor ki, yumuşak ruhlu bir insan olan Sultan I. Abdülhamid böyle büyük, derin bir muhabbetle bağlıymış hanımına.

     Osmanlıların yirmi yedinci Padişahı olan Sultan I.Abdülhamid’in, hanımı Ruhşah’a karşı duyduğu aşkının hissiyatını anlatan bu mektupta bakınız şu ifadeler yer alıyor:


     Ruhşâh'ıma Hamid'in sana kurban olsun.

Cenâb-ı Hallâkı âlem cemii mahlûkâtın hâlıkıdır.
Bir kusur ile azâb eylemez.
Efendim sana bende olmuş bir kulunum. İster beni darb eyle ister öldür. Sana teslimim. Bu gece gel, niyâzımdır. Billâhi sebebi illetim ve benim mevtim olursun.
Ayağının altına yüzüm gözüm sürerek recâ ederim.
Kendimi zabt edemiyorum billâhil aziym.

 
Ruhşah'ıma Hamid'in sana kurban olsun.

Bütün mahlûkatı ve âlemi yaratan Allah, bir kusur ile insanı azap eylemez. Efendim sana bağlanmış bir köleyim. İster döv, istersen öldür. Bu gece gel, niyazımdır; aksi halde vallahi hastalanmama belki de ölümüme sebep olursun. Ayağın altına yüzümü, gözümü sürerek rica ediyorum. Allah için kendimi durduramıyorum.

   Sultanın hanımı Ruhşâh için yalvarması, dayağı, ayaklarına kapanmayı göze alması, onun duyduğu aşkın büyüklüğünü gösterdiği gibi, aslında böyle bir aşk mektubu yazan bir hükümdarın ne kadar ince ruhlu, duygulu bir insan olduğunu da anlatıyor bizlere. Her halükarda karı koca arasında yaşanan muhabbet mektuplarını, hep olumsuz anlamda değerlendirmek veya bunlar arasından suiistimal yapılabilecek birini seçip hepsine teşmil etmek herhalde doğru olmasa gerek.
Bu hususta Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Sorularla Osmanlı adlı eserinde:
Maalesef bazı kaynaklarda, Padişahların hanımlarına olan sevgi ifadeleri çok görülerek mesela Abdülhamid Hân’ın aşk meftunu ve kadınların kölesi birisi olduğu söylenmeye çalışılıyor. Dünya nüfusunun beşte birine hükmeden bir Padişah’ın kadın efendisine "Sultânım, kulun ve kurbanın olayım" demesi, Kur’ân ve Sünnetten alınan ders gereği, kadına ve onun haklarına saygı ifadesi midir? Yoksa devlet işlerini terk edip de kadınlara kul ve köle olma alâmeti midir?” yorumunda bulunur.
   Mektuplarında hanımının adına ölmeyi göze aldığını ifade eden bu duygusal padişah, hakikatte ruhunu, vatanı ve halkı uğruna teslim etmiştir. Nitekim 1789 tarihinde Ukrayna’da önce Hotin ardından Özi kalelerinin düşmesi sonucu Rusların bu bölgedeki onbinlerce Müslüman ahaliyi çocuk kadın demeden katlettiklerini yazan raporları okurken, dayanamıyor derhal fenalaşıyor, etrafındakilerin çekilmesini istiyor ve çok geçmeden gelen bu ani felç sebebiyle 7 Nisan 1789’da bu hayata veda etmiştir. Padişahın ölüm şekli asıl karakterini açıklar. Ne kadar namuslu, mes’uliyet duygusu ve fikri taşıyan yüksek vatanperver bir insan olduğunu gösterir. Cenazesi, Eminönü-Sirkeci arasında, Yeni Camii’nin hemen arkasında bulunan Bahçekapı’daki türbesine defin edildi.
     
                             



                                                                                                                       Ünal KARINCALI

  





Beykoz Kasrı

                                              BEYKOZ KASRI


     Beykoz ve tarihçesi
          
    Yeryüzünde iki denizi birbirine bağlayan en güzel suyolu olan İstanbul Boğaziçi, tarih boyunca doğal güzelliğinin yanında, akan lacivert suları birçok hatıraları beraberinde taşır.
    Osmanlı devrinde Boğaz ve Haliç kıyıları birbirinden zarif yalılar ve bahçelerle örülü, bütün yabancı ziyaretçilerin dünyanın en güzel çizgisi olarak bahsettikleri bir köşe olmuştu.
   O dönemde İstanbul etrafındaki Marmara ve Karadeniz, Haliç kıyılarındaki inşaatların estetiği ve güzelliğine dikkat ediliyordu. Bütün bu sahillerde kim yalı yaptırmak isterse, devletin iznini almaya mecburdu. Sahili çirkinleştirecek inşaatı kim olursa olsun yapamazdı. Haliç ve Boğaz kıyılarındaki her yapı, “Bostancıbaşı Defteri”ne kaydedilirdi. Bu defterler bugün çok kıymetli tarih kaynaklarıdır. Padişah Saltanat Kayığı ile gezerken, nereden geçiliyorsa, oraya ait sayfalar açık tutulurdu. Padişah, bir yapının ne ve kime ait olduğunu sorunca Bostancıbaşı, önündeki sayfaya göz atıp söylerdi. Padişah, çirkin bir inşaat görünce Bostancıbaşı’ sını azarlar ardından derhal yıktırılırdı.
   Boğaziçi’nin kuzey kısmında, Anadolu topraklarında, Paşabahçe ile Anadolu kavağı arasında, kendi adıyla anılan körfezin çevresinde kurulu bir ilçe olan Beykoz, çevre köyleri, ormanları ve koruluklarıyla da ünlü eski bir yerleşim yeridir. Beykoz’un iddialara göre eski adı “Amnikos” idi. Bithinia Kralı olan Amnikos burada oturduğundan köye ve koya bu isim verilmiştir. Ancak Beykoz tabiri Amnikos’tan sonra Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.1
     Beykoz adının kökeni hakkında ihtilaf vardır. Zira ismin sonundaki ekin doğrusunun “kos” mu “koz” mu olduğu hususu net değildir. Kimi kaynaklar, Kos kelimesi Farsça “köy” anlamına geldiği için Beykos şeklinde de kullanıldığı ve Kocaeli sancağı beylerinin burada oturduklarına atıfta bulunarak “bey köyü” manasına geldiğini ileri sürerler. Diğer yandan Osman Gazi’nin kumandanlarından Gazi Akçakoca sonradan kendi adını alan İzmit ilini fethettikten sonra İstanbul’a gelerek Beykoz’u ordusuna karargâh ittihaz etmiş olduğu yolunda rivayetlerde vardır. 18.yy yazarı İnciciyan ise bu adın suyu bol olan bir çeşme yanında bulunan muazzam bir ceviz ağacı yüzünden halk tarafından verildiğini rivayet eder. Reşad Ekrem KOÇU’da bu hususta; “eskiden beri Beykoz’un cevizinin meşhur olduğunu ve Türkçe’de “koz”un cevizin adlarından bir olduğunu da unutmamak gerekir.”  der. 
  Bazı padişahlar tarafından sevilen fakat daha çok günübirlik geziler ve av âlemleri için tercih edilen Beykoz, memba sularıyla da ünlüdür. Nitekim Kareseki Köyü yakınlarındaki Karakulak, Sırmakeş, Deli Osman suları, Kaymak donduran, Soğuksu, Kestanelik su kaynakları bunlardan bazılarıdır. Öte yandan 19.yy. itibaren, yeni kurulmakta olan sanayinin İstanbul’daki merkezlerinden birisi yine Beykoz olmuştur. Bu ilk imalathaneler ve tesisler daha ziyade Hünkâr İskelesi ve onun kuzeyindeki Servi Burnu’na doğru uzanan bölgede kurulmuştu.
  Ayrıca eskiden Hünkâr İskelesi’nde İstanbul’un beslenmesinde büyük rolü olan ve Bostancı Ocağı tarafından işletilen,  su değirmenleri bulunmakta idi. 1826 tarihinde Yeniçeri ve Bostancı Ocağı’nın kaldırılması sonrasında bu değirmenlerde yok olmuştur. Ancak Beykoz’da yeni işletmeler ve imalathaneler kurulmaya devam etmiştir. Nitekim III. Selim Umuryeri’nde tesis ettiği kâğıt imalathanesi III. Ahmed devrindeki cam imalathanesinden sonra kurulan Boğaz’daki ikinci sanayi tesisi olmuştur.2 
   Sultan II. Mahmud’un, ordunun postal ve ayakkabı ihtiyacını karşılaması için Hünkâr İskelesi ile Servi Burnu arasında kurmuş olduğu Debbağhane bugünkü Sümerbank Beykoz Deri Ve Kundura Fabrikası’nın ilk adımını ve çekirdeğini teşkil etmiştir.
  Osmanlı Döneminde semte ilişkin ilk bilgiler Fatih Sultan Mehmed zamanına dayanır. Fatih Sultan Mehmed 1458 yılında Beykoz’da Akbaba Köyü civarında avlanırken kendisine, Mahmud Paşanın Tokat Kalesi’ni aldığı haberi getirilmiş, padişah bu haberden son derece memnun kalmıştı. Padişah bu memnuniyetin verdiği duyguyla : “Tez şurada bir hadikaa-i iren-nüma bina edin ve ismine Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muhafazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin.” Emrini vermişti. Padişahın bu emri derhal yerine getirildi. Ve bu zaferin hatırasına Beykoz Çayırı’nı çevreleyen yamaçlarda kurulan Tokat Bahçesi, Boğaziçi’nde padişahların sevdiği bir mesire oldu. 3 Ayrıca hemen hemen İstanbul’dan bahseden bütün eserlerde, Kanuni Sultan Süleyman’ın Tokat Bahçesi’nde çağlayanlar gibi havuzlar yaptırarak zaten sularının bolluğu ve güzelliği ile ünlü Beykoz’u, mamur hale getirdiği yazılıdır.  II. Mahmud devrinde burada her yıl askeri ve diğer okul talebelerinin kır gezintilerine çıktığını, kendilerine kuzu ziyafetleri verildiğini görmekteyiz.
   Mesirelerde tarihi olaylardan sonra halkın en çok dikkatini çeken şeylerden birisi de esnaf loncalarının yıllık, an’anevi toplantılarıydı. Her loncanın bu toplantılar için seçtiği ayrı bir mesire yeri vardı. Mesela Kanuni Sultan Süleyman zamanında kuyumcular Kâğıthane’de, terlikçiler ise Beykoz çayırında toplanırlardı. Bu münasebetle günlerce önceden hazırlıklar yapılır, çadırlar kurulur, bu arada o esnafın malları da sergilenmiş olurdu.
  Futbolun memleketimize ilk yerleştiği sıralarda, II. Meşrutiyet’in ilanını müteakip 1908 tarihinde, Ahmed Midhat Efendi’nin girişimiyle ilk büyük futbol sahalarından biri de yine bu Beykoz Çayırı olmuştur.4
  Bir ucu Yalıköy’e öteki ucu kuzeyde Hünkâr İskelesi’ne kadar uzanan geçmiş zamanların alabildiğine geniş meşhur Beykoz Çayırı, günümüzde plansız yapılaşma yüzünden, yeşilliğinden gelen bütün güzelliğini ve özelliğini kaybetmiştir.
  Boğaziçi’nin Rumeli yakasında olduğu gibi, saray mensuplarının, sultanların, sadrazamların kısacası yüksek devlet ricalinin bu sahilde sahil sarayları bulunmaması dikkat çekicidir.


  Beykoz Kasrı


Yalı köyü civarında Beykoz Çayırı denilen büyük bir                                             mesire vardır. Bunun sahiline Hünkâr İskelesi denir ki Beykoz Kasrı Hümayunu denilen binayı latif buraya nazırdır..5


    İstanbul Boğaz’ının Anadolu yakasında Beykoz’da Hünkâr İskelesi’nin güneyinde bir zamanlar Yalıköy’e uzanan çayır arasında kalan tepecikte, 19. yy ortalarında inşa olunan Beykoz Kasrı, Mısır Hidîvi Mehmed Ali Paşa tarafından Sultan Abdülmecid’e hizmet ve sadakat arz etmek gayesiyle inşa edildiği söylenir. Ancak inşasının sebebi ve özellikle yerinin seçilmesi Osmanlı tarihinde yaşanmış önemli bir hadiseyi hatırlatmaktadır. Nitekim Mısır valisi tarafından yaptırılıp Sultan Abdülmecid’e hediye edilen Beykoz Kasrı’nın yüzü Hünkâr İskelesi’ne bakmaktadır. Kasrın Hünkâr İskelesi’ne bakması acaba bir tesadüf eserimidir? Bu düşünce bizleri alır, Sultan II. Mahmud’un sonradan Türkçe’de atasözü haline gelen “ denize düşen yılana sarılır” sözünü söylediği günlere geriye götürür.
   Sultan II Mahmud zamanında 1828-1829 Rus Harbi’ne türlü bahanelerle asker göndermeyerek devlete baş kaldıran Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri 1832’de Konya'da Osmanlı ordusunu yenerek Kütahya’ya girdi. Bu buhranlı devrede Fransa’nın Mehmed Ali Paşa’yı desteklemesi ve İngiltere’nin de seyirci kalması üzerine Babıâli, tarihinde ilk defa Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmıştır. Bu taleb Osmanlıların can düşmanı olan Ruslar tarafından derhal memnuniyetle kabul edilmiştir. Bu suretle 20 Şubat 1833'te Rus ordusu ve donanması ku­zeyden İstanbul'a girdi. Rus donanması Büyükdere ve Beykoz koylarında demirle­di. 5 Nisan 1833’de 5000 kişilik bir Rus kuvveti Hünkâr İskelesi’nden karaya ayak basarak Selviburnu arkasındaki sırtlara ordugâh kurdu. Çarın yaveri Kont Orlof savunma ve yardım hususlarında tam salahiyetle İstanbul’a geldi. Kont Orlof’a Avrupa’nın büyük devletlerinin müdahalesine yol açmayacak tarzda hareket etmesi için talimat verilmişti. Öte yandan aynı günlerde Fransa’dan gelen Elçi Russin’de Rus etkisini engellemekle görevlendirilmişti. 
     Rus askerlerinin Boğaz’da üslenmesi üzerine telaş gösteren İngiltere ve Fransa ileride Osmanlı devletinin dağılarak birçok ülkesinin Rusya’nın eline geçmesi ihtimali endişesiyle Mehmed Ali Paşa’ya Anadolu’dan çekilmesi için tazyike başladılar. Sonunda sadareti alamayacağını anlayan Mehmed Ali Paşa Kütahya Anlaşması(8.4.1833)ile Adana Eyaleti dışında Anadolu’yu boşalttı.
   Osmanlılarla Ruslar arasındaki bu yakınlaşma, ileride Türkler'in başına gai­le açacak olan meşhur Hünkâr İskelesi Muahedesi’yle (8Temmuz 1833) sonuçlanmış ve Ruslar yaptıkları yardımın hatırası olarak Selvi Burnu'nda Rusça ve Türk­çe yazılı gayet kaba bir taş anıt dikerek olayı kaba biçimde belgelemişlerdir. İmza tarihi 26 Haziran 1833, tasdik tarihi 8 Temmuz 1833 olan Hünkâr İskelesi Muahedesi Osmanlı Devleti’nin en zayıf zamanında yapılmıştır. Muahedeye göre Türkiye; Rusya herhangi bir devletle harbe girerse, Rus harb gemilerine Boğazlar’dan serbest geçit hakkı tanıyor ve Rusya’nın savaş halinde bulunduğu hasım devletin gemilerini de Boğazlar’dan geçirtmemeyi taahhüt ediyordu. Karşılığında ise Rusya; Türkiye bir savaşa girdiği takdirde, askeri yardımda bulunacaktı.  Andlaşma 1841’e kadar 8 yıl için imzalanmıştı. Bu müddet zarfında Sultan Mahmud, modern ordusunu kurup Mehmed Ali Paşa’nın işini bitireceğini hesaplamıştı.6 Kuşku yok ki, 1833 yılının şartlarında bu maddeler Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki nüfusunun artmasından başka bir anlam taşımıyordu. Rusya yardımına karşılık Boğazlar’da avantajlı duruma yükselmişti. Muahedenin en önemli maddesi Boğazlar’ın Rusya lehine kapatılması idi. Gerek Boğazlar’la ilgili madde, gerekse Osmanlı Devleti üzerinde artan Rus nüfuzu İngiltere’yi telaşa düşürdü. İngiltere’nin tepkisi o kadar büyük olmuştu ki hemen Fransa’ya bir teklifte bulunarak Karadeniz’e çıkıp Sivastopol’a baskın yapmayı ve Rus donanmasını yakmayı önerdi. Londra ve Paris’in protestolarına rağmen Sultan Mahmud muahedeyi bozmadı.
  İstanbul ve Boğazlar’ın tehlikeye girdiğini gören başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin tazyiki ile 10 Temmuz 1833 günü Rus kuvvetleri nihayet İstanbul’dan ayrıldılar. Bundan iki gün önce Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni üzüntü içinde imzalamış olan II. Mahmud, bir daha Rus yardımına ihtiyaç olmayacak şekilde devleti güçlendirmeye çalışmıştır.7
   Şüphe yok ki Hünkâr İskelesi Muahedesi Avrupa devletlerinin Doğu Akdeniz siyasetlerinde bir dönüm noktası olmuştur. En önemlisi ise Boğazlar tarihinde yeni bir hadise olarak dünyanın en stratejik su geçitleri olan Çanakkale ve İstanbul Boğazı o zamana kadar kıyılarına fiilen hâkim tek bir devletin kontrolü alındayken bu tarihten itibaren Boğazlar meselesi hep uluslar arası platformlarda ele alınmıştır. Hulasa tek başına Türkiye’nin egemenlik konusu olmaktan çıkarılmıştır.
    Daha önce Arabistan yarımadasında zuhur eden ve Müslümanları üzen “İngilizperver” Vehhabi tehlikesini oğlu ile beraber bir süreliğine bertaraf ederek Babıâli’nin teveccühünü kazanan, Osmanlı Devleti’nin meşhur asi valisi Kavalalı Meh­med Ali Paşa, isyan vakası anlaşmaya bağlandıktan sora kendisini affettirmek için 19 Temmuz 1846’da İstanbul’a geldi.
   Bu 77 yaşındaki Mehmed Ali Paşa’nın hayatı boyunca İstanbul’u ilk ve son ziyaretidir. Kendisinden 54 yaş küçük olan Sultan Abdülmecid'e arzı tazimatta bulundu. 29 gün İstanbul’da kalan Paşa bu arada sadrazam olabilmek için temaslarda bulundu. Mehmed Ali Paşa, İstanbul dönüşü, 47 yıl önce ayrıldığı Kavala şehrini ziyaret etti. Sultan Abdülmecid, şehrin karşısındaki Taşoz adasının idaresini, Mısır vilayetine bağlayarak teveccüh gösterdi.
   Kavalalı Mehmed Ali Paşa ihtiyarlık günlerinde İstan­bul'u ziyaret ettiği zaman, isya­nından dolayı padişaha kendini affettir­mek amacıyla padişaha armağan edilmek üzere Hün­kâr İskelesi tepesinde 200 dönümlük bir arazi içinde yaptırmak istediği Bey­koz Kasrı’nın temelini atmıştır. Ancak 1854 tarihinde tamamlanan Kasrın inşa edildiği bölgenin seçilmesindeki, perde arkasında yatan asıl düşüncenin ayrı bir önem ve mana taşıdığı kesindir.
  Türk Ansiklopedisi’nde, Mısır valisinin Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni hatırlatmak için Ruslar'ın diktikleri kaba taş anıtın tesirini hiçe indirmek emeliyle yaptırmış olduğu yazılıdır. Buna mukabil Osman Ergin ise (Türkiye Maarif Tarihi, cilt II, sayfa 446-447) şu açıklamayı yapar:  “Mehmed Ali’nin Beykoz Sarayı’nı yapıp Osmanlı Hükümdarına hediye etmesinin asıl sebebi; imardan ziyade onun istila ve genişleme emellerine sed çekmiş olan Hünkâr İskelesi Muahedesi’ne ve bu muahedeyi hatırlatmak için Ruslar’ın Selvi Burnu’na dikmiş oldukları kaba abideye karşı atılmış zarif bir taş, muahedeye dair ince bir telmihtir.”
       Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Said Paşa tarafından tamamlanan Beykoz Kasrı, İstanbul Boğaziçi’nin ilk kâgir ve yeni üslupta inşa edilmiş yapısıdır. Dolmabahçe Sarayı’nın Hazine Kapısı üzerinde yazılı olan kitâbenin de şairi olan Zîver Paşa’nın düşürdü­ğü başka bir manzum tarih, bir kitâbeye işlenerek küçük ve zarif olan bu sarayın bulunduğu koru-parkın deniz ta­rafındaki kapısına asılmıştır. (kitabe gerekirse yazıya ilave edilebilir)
 İstanbul'da inşa edilen bu ilk kâgir kasrın plan ve projelerinin Nikogos Balyan'a, yaptırıldığı ileri sürülmekteyse de bu bilgilerin ke­sin belgelere dayanmadığı görülmekte­dir. Son araştırmalar ışığında arşiv belgelerinde Stefan Kalfa’nın adı geçmektedir.
 Yine bazı eserlerde Boğaz’a karşı manzarası fevkalâde olan Beykoz Kasrı’nın bir gecelik dahi olsa padişahın ikameti için yapılmadığı hatta tuvaleti bile olmadığı yazılıdır ancak arşivden çıkan Osmanlı devri belgeleri bizlere bu kasrın bir biniş kasrı olmadığını gösteriyor.
   Cephe kaplamasında kullanılan taşlar İtalya’dan ithal edilmiş olup ayrıca yerli beyaz mermer kullanılan Beykoz Kasrı kare plan üzerine uzunlamasına üçe bölünmüştür.  Ortadaki iki katlı sofa bir kenardan diğerine uzanmaktadır; kat yüksekliği ise 8 metreyi bulur. Sofanın orta bölümündeki bol ışık temin eden camekân fener, dışarıdan kasrın üç kat olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu büyük salonun dört köşesinde birer oda vardır. Bunların arasında bir tarafta oval bir tarzda inşa edilmiş çifte merdiven sofası, karşı tarafta yine oval bir salon bulunmaktadır.  Merdiven sahnının yanlarında iki küçük oda yer almaktadır. Bu odacıkların içinden geçen küçük bir merdivenle oval merdiven sahanlığının üzerindeki pencereleri çevreleyen parmaklıklı balkona-koridora çıkılır. Üst katın planı zemin katın planını tekrarlar. Kasrın üst katındaki köşelerde de aşağıdaki gibi birer oda vardır. Salon 14metre yükseklikteki kasetlenmiş tava­nı, kemer, pencere, kapı-plasterle oluş­turulan duvar düzeni, iç mekânlarında kullanılan renkli somaki mermerleriyle, desenli mozaik parkesi, büyük endam duvar aynaları ve perde kornişleriyle görkemli bir görünüşe sa­hiptir. Belgelerden Avrupa üslûbunda ve zengin biçimde döşendiği anlaşılmaktadır. Burası Avru­pa saraylarında görülen büyük balo sa­lonlarının tam bir benzeridir.
Deniz ve kara tarafı cephelerinde dört sütun üzerinde taşınan dikdörtgen biçimli geniş balkonlar ilave edilmiştir.
Adeta bir abide gibi yükselen Beykoz Kasrı 200 dönümlük bir arazide, manolyalar, çamlar ve ıhlamur ağaçlarıyla kaplı gayet güzel bir koru içine yerleştirilmiştir. Koru içinde Beylerbeyi Sarayı’ndakinin bir benzeri, yaz sıcaklarından korunmak için yapılmış bir “grotto” başka bir tabirle “hava hamamı” yer alır. Dar ve dolambaçlı bir yol ile girilen bu suni mağaranın kubbeli iki küçük hücresi vardır. İçerisindeki duvarları deniz hayvanatı kabukları ile süslenmiş olan bu hamamın üst tarafından devamlı akıtılan sular vasıtasıyla serin bir hava cereyanı oluşturularak duvarlar devamlı ıslak tutulmuştur.8

    




Beykoz Kasrı’nın tanık olduğu tarihi olaylar.


   Türkiye’nin mazisinde “Mısır Meselesi” adıyla devlete büyük sıkıntı yaşatan bu üzücü tarihi vakaya delalet etmesi yüzünden olacak ki, Sultan Abdülmecid kendisine hediye olarak yaptırılan Beykoz Kasrı’na pek fazla iltifat etmemiştir. 1853-1856 Kırım Harbi’ne iştirak etmek için, İzmir ve Aydın’dan gelen gönüllü askerlerin en seçkini olan zeybeklerin teşkil ettiği kıtalar, Hünkâr İskelesi’nden gemilere bindirilip cepheye gönderilmezden evvel Beykoz Çayırı’nda kurulan çadırlı ordugâhta toplanmışlar, bu arada büyük efeler de Beykoz Kasrı’nda misafir edilmişlerdi.
  Kırım Savaşı’na katılan Prens Jerome Napoleon, 1854 yazında İstanbul’u ve Sultan Abdülmecid’i ziyaret etmişti. Osmanlıların bazen dostu bazen de düşmanı olarak karşılarına çıkıp savaştığı fakat cesareti ve askerlik dehası sebebiyle Osmanlı Türklerinin hayranlık duyup unutmadığı şöhretli asker I. Napoleon’un kardeşi Jerome’nin oğlu olan bu prens, ikinci gelişinde Beykoz Kasrı’nda ikamet etmiş ve Sultan Abdülaziz de kendisine burada iade-i ziyaret de bulunmuştu.
  Bu bölgeye sık uğrayan padişah Sultan Abdülaziz olmuştur. Boğaziçi’nde Sultan Abdülaziz’in de yeri büyüktür. Abdülmecid’den sonra Osmanlı tahtına çıkan bu padişah, hizmet devresinde ordu ve donanmanın modernize edilmesi için çalışmış, dünyanın ikinci donanmasını kurmuş, zırhlılar, Boğaz sularında kaç defa akislerini göstermiştir. O azametli, heyecanlı, ihtişamlı günlerin hatırası olarak birkaç yağlı boya elimizdedir.  Sultan Abdülaziz bu kasrı dinlenme amacıyla yaz ay­larında kullanmıştır. Burada kalarak Boğaz'ı seyrettiği, Beykoz çayırında güreş müsabakaları düzenlettiği ve Tokat kö­yündeki av korusunda avlandığı bilinmektedir. Sultanın Fransa'ya yaptığı zi­yarete karşılık İmparator Napoleon adı­na İmparatoriçe Eugenie, iâde-i ziyaret için 1869 yılının Ekim ayının 12’sinde İstanbul’a geldi. Sultan Abdülaziz adeta Kanuni imparatorluğunun elde kalabilen bütün ihtişamını Fransa İmparatoriçesi’nin gözleri önüne sermek istemişti. Bu münasebetle İstanbul’da büyük hazırlıklar yapılmış, misafirin ikametine Beylerbeyi Saray’ı tahsis edilmiştir. İmparatoriçe İstanbul’da kaldığı sürece şerefine ziyafetler verilmiş, av partileri düzenlenmiş ve muhteşem resmigeçitler tertiplenmiştir. Haliçte, Boğaziçi’nde kayık tenezzühleri, şehrin muhtelif semtlerinde araba gezintileri yapmıştı.
   İşte padişah 15 Ekim 1869 Cumartesi günü misafiri İmparatoriçeye mükellef ziyafetlerinden birini Beykoz Kasrı’nda vermiş, ordunun geçit resmini izletmişti. O gün İstanbul halkı, tarihi boyunca her zaman önem verdiği büyük törenlerden birini daha görmek için, kara ve deniz yolu ile Beykoz’a döküldü. Türk ve Fransız bayrakları ile donatılan ana yollara askerler dizilmişti. Bu maksatla çayırda Arap tarzı köşk biçiminde süslü bir pavyon inşa edilmişti. Köşkün ortası Padişahla misafirlere, sağ ve sol tarafları da devlet erkânı ve elçilere ayrılmıştı. Padişah, sağında ünlü misafiri olduğu halde, altı at koşulmuş bir saltanat arabası ile köşke geldi. Sultan Abdülaziz’in arabadan inerken, gülümseyerek Eugenie’e kol verdiğini gören İstanbul halkı, padişahın bu jestini ihtimal kavrayamamış sonradan belki de bu yüzden bu hadise dedikodulara sebep olmuştu.
 Milli Saraylar araştırmacıları tarafından yapılan çalışmalar neticesinde arşivlerden çıkarılan yeni belgelerinden, Beykoz Kasrı’nda hem Sultan Abdülaziz ve hem de Sultan II. Abdülhamid devrinde birkaç kez cülus merasimlerinde kullanıldığını bugün öğrenmiş bulunuyoruz.
  Sultan Reşad’ın ilk saltanat yıllarında 1910 yılının Mayısının 21’ci günü Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rızâ Bey milletvekillerine, âyân âzâsına ve hükümet erkânına Beykoz Kasrı bahçesinde bir bahar ziyafeti vermişti.
    I.Dünya Savaşı sırasında Beykoz Kasrı, Darüleytam (kız yetim evi) olarak kullanılmıştır. Padişaha ait bir yapının kamu yararına tahsis edilmesi bakımından gerçekleştirilen bu uygulama ayrı bir önem arz etmektedir. Yine bu dö­nemde bir süre trahom hastahanesi ola­rak hizmet görmüş, ayrıca burada göç­menler de kalmıştır. Cumhuriyet döne­minde Önce Boğaz Komutanlığı emrine verilen kasır, 1953'te İstanbul Valisi Fah­rettin Kerim Gökay'ın önerisi üzerine Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na dev­redilmiş ve zamanın Sağlık Bakanı Dr. Ekrem Hayri Üstündağ tarafından da restore ettirilerek Yüksek Tahsil Genç­liği Prevantoryumu'na dönüştürülmüş­tür. Prevantoryumun ilk müdürü olan Haydarpaşa Numune Hastahanesi Baş­hekimi Dr. Ali Rıza Temel'in çabalarıyla da tekrar restore edilmiş ve onarım sı­rasında Güzel Sanatlar Akademisi öğ­rencileri çalıştırılarak harap olmuş du­rumdaki bezemeleri tamamlattırılmış, ayrıca döşeme, parke ve mermer kapla­maları da yenilenip koru-parkı tekrar düzenlenmiştir. Bu arada bahçe içinde­ki "Hava Hamamı" adıyla tanınan hama­mı da onarılmış ve eski suyu yeniden ge­tirilerek koru-parkta yeni mutfak ve ça­maşırhane binaları yaptırılmıştır. Kasrın yazlık olarak planlanması sebebiyle mev­cut olmayan ısıtma tesisatı eklenmiştir. Rıhtım onarılmış, deniz ve kum banyo­su yerleri yapılmıştır. Koru-parka yeni ağaçlar dikilmiş, meyve fidanlığı ve se­ra yapılmıştır. Güney girişinin sağındaki köşe odası tuvalet olarak düzenlenmiş­tir. 1963'te prevantoryum kapatılarak bina 0-14 yaş arası çocuklar için Bey­koz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastaha­nesi olarak kullanıma açılan Beykoz Kasr- ı Hümayunu, nihayet ait olması gerektiği makam olan TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığına bağlanmış olup layık olduğu surette itina ve ihtimam gösterilip muhafaza altına alınmıştır.
   Gerçekten bu küçük zarif kasrın, tarihimizde ki inşa tarzı ve beki de en önemlisi, Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı hatırlatmak için tam da Rusların Selvi Burnu’na diktikleri anıtın karşısına yaptırılmış olması itibariyle dikkate ve muhafazaya değer.



                                                        Ünal KARINCALI






1 Osmanlı Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü, cilt 1
2 Hayat Tarih sayı 9. Ekim 1968
3 İstanbul’un mesireleri.,Hayat Tarih  sayı 11 Aralık 1969
4 Dünden bugüne İstanbul Ansiklopedisi cilt 2
5 Şirketi Hayriye tarafından 1914 ‘de yayınlanan “Boğaziçi” adlı eserden. İstanbul Ansiklopedisi. Beykoz maddesi.
6 Osmanlı Devleti Tarihi. Yılmaz Öztuna. Cilt II
7 Türk Ansiklopedisi. Cilt 19
8 Diyanet İslam Ansiklopedisi. Beykoz kasrı maddesi