31 Mart Vakası bahanesi ile Hareket Ordusu İstanbul’a yaklaştığında Sultan Abdülhamid Han, mukavemet ve mukabeleyi kabul etmemiştir ve Yıldız Sarayı civarındaki kışlalarda bulunan Hassa Alayları’na hiçbir şeye karışmamaları ve kışlalarından dışarı çıkmamalarını emretmişti. Bu ortamda 1909 senesinin Nisan ayının 25. günü Mahmud Şevket Paşa, İstanbul’a girdi ve Sultan Abdülhamid’in Birinci Ordu kumandanı Nazım Paşa ile beraberindeki generallere Hareket Ordusu’na karşı konulmaması için verdiği emir yüzünden kolayca şehre hâkim oldu.
“Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiçbir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı… Her seviyedeki adamın bir fiyatı olduğuna inanırdı… Hareket Ordusu, üç beşbin kişiden ibâretti. Arnavud, Yahudi, Rumlar çoğunluktu. Yalnız subayları Türk’tü. Son Cuma selâmlığında birkaç gün önce kendisine refekât eden 8000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta darmadağın ederdi. Şevket Paşa, böyle hareket etmesi için padişaha yalvardı, kâbul ettiremedi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal’inden bir kaç gün önceki son selâmlığında “Padişahım çok yaşa” âvâzeleriyle yeri göğü inleten halk, samimi idi…”*
Mahmud Şevket Paşa ilk iş olarak Örfi idare ilan edip bir kısmı tamamen masum birçok insanı astırıp meydanlarda teşhir ettirdi. Her gün infaz edilenlerin kararları saraya iletildiğinden Hazine-i Hassa Arşivi’nde bu mevzuda çok sayıda belgeler mevcuttur. Gücünü ordudan alan İttihad Ve Terakki Partisi, hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul'da müthiş bir terör havası estirmeye başladı. Padişaha bağlı Birinci Ordu askerleri angarya işlerde çalıştırılmak üzere Rumeli yollarına sürüldü. Hafiyelik bu defa farklı bir şekle büründü; basına sansürün âlâsı getirildi. Sonunda meşrutiyet, özgürlükler adı altında parlamentolu bir dikta haline geldi.
Diğer taraftan Meclis-i Meb’usan ikinci reisi Tal’at Bey, İttihad ve Terakki genel başkanı sıfatıyle, meclislere hâkimdi. Mahmud Şevket Paşa, Senato ile Meclis’i (Meclis-i Ayan ve Meclis-i Meb’usan) “Meclis-i Umum-i Milli” adı altında birleşik toplantıya çağırdı.
Bu ortamda Osmanlı Parlamentosu, 24 senatör ve 274 milletvekilinin katılmasıyla 27 Nisan 1909 Salı günü saat 13.30 da, Senato Başkanı Şapur Çelebi unvanıyla meşhur Küçük Said Paşa’ nın başkanlığında toplanarak, Sultan Hamid’ in tahtan indirilmesine karar verdi. Meclis başkanı Said Paşa, mâbeyn kâtipliğinden başlayarak çeşitli hizmetlerinde ve yedi defa sadrazamlığında bulunduğu Abdülhamid'in otuz üç yıllık icraatından onun kadar sorumlu olduğunu unutarak, oluşan yeni ahval ve şartların icâbı pek çok iyiliğini gördüğü padişaha karşı cephe almış bulunuyordu. Mecliste padişaha tahttan çekilme teklifinde bulunulması kararını oylamadan, ayağa kalkarak II. Abdülhamid'in hilâfet ve saltanattan hal'i kararını oya o sundu. Talat Paşa tereddüd eden parlamenterleri mürtecilikle itham edip korkutuyordu. Zira mürteciler! asılmaya başlanmıştı. Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rıza Bey saklanmıştı. Bu havada çoğunluk korkudan el kaldırırken tek olarak Rum asıllı senatörlerden Yorgiadis Efendi, karara itiraz ederek olanca sesi ve kendi şivesiyle:
- “Yaziktir, günahtir bre…” Diye bağırmışsa da hazır bulunanlardan bazıları:
- “Alçak, hain, mürteci (!) …”gibi sözlerle üzerine yürüyüp, kendisini susturmuşlardır.
Sıra hal tebliğini Yıldız’a giderek kim yapsın denildiğinde adeta ortaya atlarcasına dört kişi öne çıktı. Bu gönüllü heyet Yıldız Sarayına ulaşmadan az evvel Veliahd Reşad Efendi’nin Osmanlı tahtına cülus ettiğini ilan eden top sesleri Yıldız’a aksetmeye başlamıştı. Bu dakikalarda Küçük Mabeyn’de yanında küçük şehzadesi Abdürrahim Efendi, Başkâtibi Ali Cevad Bey ve daha maiyetinden birkaç kişi daha bulunan vecd ve haşyet sahibi Sultan Abdülhamid Han, yanındakilere hitap ederek: “Takdir-i İlahi yerini buldu. Elhükmü lillah” demişti.
Asıl ilginç olanı, II. Abdülhamid’e tahtan indirilmeye memur edilen heyet, çok garip bir şekilde kurulmuştu. İftira dolu uydurma bir fetva ile padişahın hal’ine karar verenler bu hal kararını Sultan Abdülhamid’e tebliğ edecek heyetin teşekkülünde de saygısızlıktan öte bir hata işlemişler ve içlerinde en azılı Müslüman –Türk düşmanlarının bulunduğu bu heyeti Sultan Abdülhamid Han’a göndermekten çekinmemişlerdir.
Nitekim kendiside bir ittihatçı ve de Sultan Reşad’ın Başmabeynciliğini (özel kalem müdürü) yapmış olan Lutfi Simavi Bey hatıralarında “ 33 yıl halifelik makamında bulunmuş bir hükümdara böyle kimselerin nasıl gönderilebildiği, affedilmez bir hata ve silinmez bir leke ..” kelimelerini kullanmıştır. İsmail Hami Danişmend “ kronoloji” sinde, bu heyet hakkında: “Sultan Hamid’e hal’ini tebliğ edecek olan Ayan ve Meb’usan heyetinin intihabında ittihatçılar, Türk tarihinin hiçbir zaman unutmayacağı bir dalalet irtikab etmişlerdir.” İfadesini kullanmıştır.
Sultan Abdülhamid’in hal’inin kendisine tebliğ tarzı, Türkiye tarihinin, asla silinemeyecek lekelerinden biri olarak daima kalacaktır. Zira dünyadaki bütün Müslümanların lideri halife’ye hal’i, iki Gayri Müslim yani bir Hıristiyan ve bir Yahudi tarafından, “Devlet-i Aliye” yi parçalama gayesinden başka hiçbir işe yaramaz hiziplerin yuvalandığı Meclis-i Milli adına tebliğ edilmiştir.
Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu. Bu dört kişilik heyette:
- Senato azalarından ve Hünkâr yaverlerinden Gürcü asıllı Koramiral Arif Hikmet Paşa
- Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karaso
- Draç mebusu Jandarma Tümgenerali Arnavut Esad Toptani Paşa
- Senato azalarından ve Ermeni katoliği İstanbul mebusu Aram Efendi
Padişah, hal kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu Mabeyn Başkatib Cevad Bey’den sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal' kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!" demekten kendini alamamıştır. Nihayet dört kişiden ibaret heyet Miralay Galib Bey’in refakatinde Küçük Mabeyn Dairesi’nin alt katındaki büyük salona girerek padişaha kısa bir selam verip karşısında dizildiler. O gün büyük adamlara mahsus vakar ile salona giren Abdülhamid Han’ın yanında oğlu şehzade Abdürrahim Efendi ve Başkatib Ali Cevad Bey bulunuyordu. Ortada duran Arnavut Esat Toptani Sultan Hamid’e kaba bir biçimde : “Millet seni azletti” dedi. Bu küstah hitap şeklindeki “azil” kelimesinin yanlış manada kullanıldığını işaret etmek isteyen padişah ise şöyle mukabele etmişti: “Yâni, hal’ eyledi mi demek istiyorsunuz?” diyerek düzelti. Ardından: “Pek âlâ, buna sebeb nedir?” Diye sordu. Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa, Abdülhamid’in tahtan indirilmesini kararlaştıran, Şeyhülisâlmın fetvası suretini okumaya başladı: “İmamı-ı Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şer'iyyeden tayyü ihraç ve kütüb-i mezkureyi men ü hark-ü ihrak..”,diye okurken “Kütüb-i şer'iyyeyi hark ü ihrak" yani “şer'i kitapları yırtıp yakma” sözlerini duyan padişah gür ve yüksek sesle: “Ben hangi Kütüb-i şer’iyyeyi yakmasını? Hasbünellah derim” dedikten sonra padişah yalan ve iftiralarla dolu olan fetvanın okunmasını sonuna kadar sabırla dinledi. “ Bu kararı hangi makam verdi” diye Arif Hikmet Paşa’ya sordu. “Meclisi Milli” cevabı verilince, “Bu meclise riyaset eden kimdir?” diye sordu. Heyet âzaları hep birden “ Meclis-i âyan Reisi Sait Paşa” dediler. Abdülhamid Han bu cevabı alınca hayret eden bir tonla: “Sait Paşa öylemi” dedi. Ardından : “Otuz üç sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Elimden geldiği kadar hizmet ettim. Hâkimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah'tır. Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk'ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular. Allah düşmanlarımı kahretsin" dedi. II. Abdülhamid Han, 31 Mart vakası ile alakasının olmadığını ifade ederek: “Sebeb olanları millet arasın bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu.”
Tekrar Arif Hikmet Paşa’ya dönen II. Abdülhamid Han “Sizden bir ricada bulunacağım; lâzım gelenlere ve biraderime bildiriniz. Bana Çırağan Sarayı’nı tahsis etmelerini istiyorum. Buradan oraya geçmek mümkündür. Ahar ömrümüzü biz de orada ibadetle geçiririz. Başka bir arzum yoktur” dedi.
Bazı yazarların iddiasına göre güya, Sultan Abdülhamid gelenlerin karşısında duraklamış ne diyeceğini şaşırmış, hayatımdan emin olabilir miyim falan filan demiş.
Sultan Hamid’i tanıyanlar buna sadece güler nitekim Halkın şahit olduğu; 31 Mart 1901 yılında sarayda yaşanan depremde Huzuru şahanede bulunduklarını unutan milletvekillerinin, generallerin, bakanların, hâkimlerin, ulemanın ve daha nicelerinin kaçıştığı o panik anında yerinden kıpırdamayan tek kişi o olmuş ve hemen akabinde “muayede merasimi sürsün” emrini vermişti. 21 Temmuz 1905 Temmuzunda Ermeni teröristlerin tertiplediği onlarca askerin şehit olduğu ve yüzlerce kişinin yaralandığı o meşhur Bomba Hadisesi’nde vukuu bulan korkunç infilakın hemen ardından soğukkanlılığını koruyan Sultan Abdülhamid Han yüksek sesle “Korkmayınız! Korkmayınız! Herkes yerinde dursun” diye iki defa bağırmıştı. Bu sesler sayesinde birbirine karışmış olan Maiyet Bölüğü, askerler ve subaylar derhal yerlerini almaya başlamışlardı. Yine Çanakkale Boğaz muharebeleri olanca şiddetiyle sürerken İstanbul’un düşmesi ihtimaline karşı hükümetin ve padişahın Eskişehir’e taşınması kararına karşı gelerek mani olması ve Selanik şehrinin Yunanlara teslimi müzakereleri sırasında askerle birlikte savaşarak gerekirse şehid olma isteyişini nasıl izah etmeli?
Arif Hikmet Paşa: II. Abdülhamid’in kapısında yetişmiş, onun pek çok lütuflarını görmüş, onun sayesinde hızla terfi ederek bulunduğu rütbe ve makama yükselmiş, kendisine sonsuz minnet borcu bulunması gereken bir kimseydi. Buna rağmen bu görevi tereddütsüz ve hatta isteyerek kabul etmişti. Beki de böylece, ona mensup bir kimse olduğunu unutturmak istemekteydi. İleriki yıllarda karanlık siyasi hayatı olan bir denizcidir. Nitekim Mütareke’de işgal devletleri ile işbirliği yaparak vatanına ihanet etmiştir.
Emanuel Karaso ( Carosso): İtalya’ dan para alan bir casus olduğu çok sonra anlaşılmış olup, Türkiye’nin Afrika’da kalan son toprağı Libya’ nın İtalya tarafından yutulmasında meş’um bir rol oynamıştır. Sultan Abdülhamid’in düşürülmesinin hemen ardından İtalya’ ya iltica etmiş oraya yerleşmiştir.
Esad Toptani Paşa: Jandarma erliğinden yetişmiş olup, ilerlemesini tamamen Sultan Hamid’e borçlu olan kimseydi. Ancak bu heyette görev kabul ederek efendisine ihanet ettiği gibi, ileride Türk vatanına da ihanet edecek ve bütün dünya buna şahit olacaktır. Nitekim birkaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavudluk istiklali için silah çekmiş ve Balkan savaşı’ nda İşkodra’yı müdafaa eden Rıza Paşa’ yı arkadan vurarak şehit etmiş ayrıca birçok Türk’ ün kanına girmiş bir adamdır.
Aram Efendi: Taşnak ve Hınçak komiteleri ile ilişkileri olup kendisi de Ermeni komiteci reisi olarak çok Türk kanı akıtan senatör Ermeni Aram Efendi ‘ nin heyete dâhil edilmesi, adeta Sultan Hamid’e karşı Ermeni meselesine karşı almış olduğu ciddi ve tesirli tedbirlerin bir protestosu, hatta intikamı gibiydi.
Bu hadisede Sultan II. Abdülhamid’in en zoruna giden husus, şüphesiz halifeye dinî fetvayı tebliğ edecek heyete bir Ermeni ile bir Yahudi’nin dâhil edilmiş olmasıydı. Bu heyetin tertibinde işlenilen ağır hata, aslında yalnızca II. Abdülhamid’ in şahsına değil, Türk milletine karşı da işlenmiş oluyordu. Devletini tam paylaşılacağı bir zamanda işbaşına gelerek 33 yıl ayakta tutmayı başararak memleketi iyi veya kötü idare etmiş olan bir devlet başkanının iş başından uzaklaştırılacağını bildirecek heyet, hakikatte meclisin Türk asıllı ve tarafsızlığı ile tanınmış Müslüman üyelerinden kurulmuş olmalıydı. Türkiye devletinin başkanı ve de Müslümanların Halifesine üstelik memleketi bölmeye çalışan kişilerden müteşekkil böyle bir heyetin gönderilmesi, devletin haysiyetine indirilmiş ağır bir darbedir. Bizzat ittihatçılar, kısa müddet sonra başta Mahmud Şevket Paşa bu büyük hatayı anlamışlar ve itiraf etmişlerdir.
İttihad ve Terakki tarafından kurulan Hareket Ordusu’nun İstanbul’a ilk girdiği gün yine İttihad ve Terakki’nin daha evvel meşrutiyetin muhafazası için İstanbul’da teşkil ettiği Avcı Taburlarının mukavemet göstermesi üzerine bunların bulunduğu Taksim Kışlası Hareket Ordusu bataryaları tarafından topla dövüldü. Top sesleri Yıldız Sarayı’nda bütün şiddeti ile aksediyordu. Biraz sonra Yıldız Sarayı’da kuşatıldı. Bu muhasaradan az evvel Rusya Büyük Elçi’si Mabeyn-i Hümâyun’a gelerek, “Çar hazretlerinin selâmını getirdim. Kendilerini hasta diye işittim. Arzuları neyse bildirsinler… Emirlerine muntazırım” diye haber göndermişti. Mabeyn Başktibi Ali Cevat Bey bunu arzettiği zaman Sultan Abdülhamid irkilmiş ve: “Çarın teklifini görüyormusun Cevat Bey? Allah bana böyle bir şey yapmayı kısmet etmesin. Başıma gelecek her felakete razıyım. Ecdadımın mezarları nerede ise benimki de orada olmalıdır. Bu ihaneti yapmaktansa ölümü tercih ederim” demişti. Sonra Ali Cevat Bey’e: “Elçiye, Çar hazretlerinin selamına teşekkür ettiğimi, işittikleri gibi hasta olmadığımı, gösterdikleri dostluktan dolayı da teşekkür ettiğimi söyleyiniz” emrini vermişti.
Sultan Abdülhamid Meclis-i Millîye daha evvel V.Murad’ın kaldığı Çırağan Sarayı'nda oturmak istediğini bildirdiği halde, Hareket Ordusu'nun diktatör komutanı Mahmud Şevket Paşa, el çabukluğuyla tahtından indirttiği, Sultan Abdülhamid’i hemen o gece eşyasını dahi almasına izin vermeden birkaç bavulla Yıldız Sarayından çıkararak 38 kişilik maiyetiyle Sirkeci'den özel bir trenle Selânik'e gönderdi. Binbaşı Fethi Bey (Okyar), kırk Selanik jandarması ile muhafızlığına tayin edildi.
Ardından, Hareket Ordusu’nun içinde yer alan yağmacı ve Müslüman kaatili Makedonyalıların çoğunlukta bulunduğu, azılı Balkan çetecileri Yıldız Sarayı’na girip saraydan aşırdıkları on milyonlarca altın değerindeki kıymetli eşyayı paylaştılar. Tarihe meşhur Yıldız Yağması olarak geçen o gün, Padişahın altın arabası bile levhalar halinde parçalanıp bölüşüldü. Her biri servet değerindeki padişahın atları Osmanlı düşmanı Balkan çete reislerine dağıtıldı hatta sarayın papağanları dahi alınıp götürüldü. Yeni bir çağ başlattıklarını söyleyen İttihatçıların bu adi yağmadan ne kadar para götürdüklerini bu güne kadar hiçbir kimse öğrenemedi.
“Kızıl Sultan” Dedikleri padişahın sarayındaki hazineleri yağmaya izin verenlerin akıllarına neden sonra bir sayım yaptırmak gelmiş ve bu göreve Sultan Reşad’ın Başkâtibi edebiyatçı Halit Ziya Uşaklıgil’in de içinde bulunduğu bir heyeti memur ettiler. Güya kan dökmekten zevk alan ve keyf içinde yaşadığı iddia edilen hakanın sarayında görülen manzarayı, Saray Ve Ötesi adlı eserinde Halit Ziya Uşaklıgil Şöyle anlatır:
“İlk şaşırmak ilk adımda başladı diyorum. Daire-i hususiye bu mu idi? Bütün Abdülhamid siyasetinin mihveri şu basık tavanlı loş köşeciklerden ve onun içi tıklım tıklım kâğıt desteleriyle dolu dolaplarından ibaret miydi? Methalden sonra hemen ilk karanlık odada bir divan gösterdiler. Bu, Abdülhamid’in istirahat yeriydi. Belki de yatağı… Zaten daire-i hususiyede en basit şeklinde bile bir yatak odası görmedik. …Bir kenarda içinde yumurta yenmiş sahanı ile bir tepsi, gene onun hususi eğlence yerini teşkil eden marangozhaneyi gördükten sonra küçük mabeyn namiyle anılan daireye geçtik...”
Muhalifleri tarafından hep sarayında zevk, sefahat ve şatafat içinde yaşadığı iddia edilen Sultan Abdülhamid’in yatak odasını bir türlü bulamayan heyet şaşırmış ve en sonunda buldukları yatağın da en adi hastanelerde kullanılan karyolaları mesabesinde olduğunu görünce kelimenin tam anlamıyla şoke olmuşlardı.
Muhalifleri tarafından hep sarayında zevk, sefahat ve şatafat içinde yaşadığı iddia edilen Sultan Abdülhamid’in yatak odasını bir türlü bulamayan heyet şaşırmış ve en sonunda buldukları yatağın da en adi hastanelerde kullanılan karyolaları mesabesinde olduğunu görünce kelimenin tam anlamıyla şoke olmuşlardı.
Yanına hiçbir şey alınmasına izin verilmeyen Sultan Hamid’in bütün topraklarına, tehditle nakid parasına, tahvillerine el kondu ki değeri birkaç yüz milyon altın tutuyordu. Sabık padişahtan orduya bağış adı altında zorla alınan bu paraların akıbeti meçhul oldu. Hanedan mensupları bu servetten mahrum kalarak, devlete ve hükümete el açar vaziyete düşürüldü. Padişaha sürgünde henüz evlenmemiş üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi. Asla gazete ve mecmua okumasına bile izin verilmedi.
Sultan Abdülhamid’in düşürülmesi, Osmanlı devletinin dağılmasının ilk gerçek adımı olmuştur. İsmi bile düşmanı ürküten, mazlum Müslüman milletlere ümid verecek bir sembol halini alan bu padişahın düşmesiyle yalnız Avrupa ve Balkan devletleri değil, Osmanlıdaki Ermeniler ve Yahudiler gibi devlet sahibi olmayan kavimler de hedeflerine çok yaklaştıklarını hissetmişler ve de müthiş sevinmişlerdir.
II. Abdülhamid en çok kan dökmekten çekinen hükümdar olmasına rağmen, hal fetvasında zulmü belirtiliyordu. Hâlbuki kendisi hep idam cezasından nefret etmiş, otuz üç senelik saltanatında yalnız beş idam cezasını tasdik etmiş, gerisini müebbette çevirmiştir. Örfi idare mahkemelerinin verdiği cezalar da buna dâhildir. Bütün Türkiye tarihinde en az idam, onun zamanında yapılmıştır. Ancak devlete başkaldıran elde silah Müslümanları öldüren çeteleri asker sevk ederek imha etmekten asla çekinmemiştir. Bunu kendisi bir nevi savaş saymıştır. Bu ülkede asıl kanlı iktidarın nasıl olabileceğini bundan sonra İttihad ve Terakki ve ondan sonrakiler gösterecekti.
Sultan II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet’in ilanını müteakip 30 Temmuz 1908 günü Şöyle demişti “Türkiye’yi 10 sene idare edebilirlerse bir asır idare edebildik diye sevinsinler”, Bu tarihten sonra şahsen idareden elini çeken Sultan Abdülhamid Han artık hiç bir işe karışmadı. İttihad Ve Terakki’nin kısa sürede devlete hâkim olduktan sonra memleket içinde ve haricinde sergiledikleri beceriksizlikler yüzünden ülkedeki olumsuz gelişmeler onun bu hikmetli ifadesini haklı çıkarmış ve ne denli tecrübeli büyük bir siyasetçi olduğunu ispat etmiştir. Birkaç sene içinde İttihad Ve Terakki iktidarı Sultan Abdülhamid’in saltanatını herkese mumla aratır hale getirmiştir. Zamanında ona muhalif olanların birçoğu daha sonra pişmanlık duymuşlar hata bir kısım şairler arkasından af dileyen “Tarihler ismini andığı zaman, sana hak verecek hey koca Sultan, Divane sen değil meğer bizmişiz/ Sade deli değil edepsizmişiz” veya “Sen değil, nâ’şın hükümdâr- olsa elyaktır bize- dönsün – etsin Taht-ı Osmâni’ye tâbutun cülus” tarzında beyitler söyleyebilmişlerdir.
Kaynaklar:
* Hatıralarını II. Abdülhamid’den ve Türkiye’de saltanatın düşmesinden sonra kaleme alan İngiliz Koramirali Sir Henry Woods’un müşâhedeleri. Yılmaz Öztuna, Osmanlı Tarihi. Cilt 1. s,624
Lütfi Simavi. Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri
Mithat Sertoğlu, Tarihten Sohbetler.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi
İ. H. Uzunçarşılı, “Sultan Abdülhamid'in Hal'i Ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar” 1946
Fuad Ezgü. Yıldız Sarayı Tarihçesi. İstanbul 1962
0 yorum:
Yorum Gönder