Osmanlıda Hükümdar Muhafız Birlikleri
1-Yeniçeriler
“Kapıkulu Ocakları” denen Osmanlı askeri sınıflarının en önemlisi olan Yeniçeri Ocağı, ordunun bir hassa ağır tümeni idi. 1363 yılında I. Murad ile vezir-i azamı Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından kuruldu. Buradaki “kapı”, devlet ve devleti temsil eden hakandır, onun kapısıdır.
Bazı atlı taburları mevcut olsada bir ağır piyade sınıfı olan Yeniçeriler savaş haricinde ayrıca padişahın ve sarayın muhafazasından sorumluydular. En meşhurları olan 60, 61, 62, 63. yeniçeri (bölükleri)ortaları, solak ortaları olup, padişahın maiyet askerlerini teşkil ederlerdi. Her biri yüzer neferden mürekkep dört ortadan oluşan gayet yakışıklı, usta silahşor olan solaklar, mücevherli üniformalar giyerek padişaha refakat ederler ve savaşta bilfiil savaşırlardı. Esas görevleri savaşta hükümdarın kesinlikle muhafazasıydı. Sol elleriyle de çok rahat atış yapabildikleri için kendilerine “solak” denilen ve yüzleri kara bir peçe ile örtülü bu cengâverlerin hepsini öldürmeden muharebe meydanında padişaha yaklaşmak asla mümkün değildi. Solakların da başlıkları sorguçlu idi. 1922 yılına kadar padişahın hassa askeri sorguç takmıştır.
Osmanlı padişahları sefer hayatını terk edince bu defa Rikap solakları denilen bir muhafız sınıfı teşkil olundu. Cuma selamlıklarında, bayram alaylarındaki merasimlerde ve sefere çıkan orduyu Davut Paşa’ya kadar uğurlama ya da savaştan dönen orduyu karşılama törenlerinde, Rikap solakları padişahın önünde ihtişamlı üniformalı ile yürürlerdi.
Padişah alayla saray dışına çıkınca atının yanı başında iki taraflı olarak dört solak başı ile sekiz rikap solağı ve altmış solak yürürdü. D’Ohsson C.7,fasıl 1,kısım 7, padişahın muhafız askerleri.
Padişahlar 17. yüzyılın ortalarına kadar her Cuma günü münasip gördükleri selâtin camilerinden birisine Cuma namazına giderlerdi. Bu gidişler bayram namazları gibi çok şaşalı geçerdi. “O gün, devlet ricali, hükümdar alayını meydana getirmek üzere sarayın birinci avlusunda toplanır. Devlet memurları, arkalarında sadrazam ve şeyhülislam olduğu halde, yürümeye başlardı; onları padişahın maiyyeti takip ederdi. Muhafızların bindikleri atların güzelliği, subayların ve bilhassa Kapıcıbaşının(Seryaver Paşa) şahane kıyafetleri ve devlet ricalinin bindikleri hayvanların koşumlarının zenginliği, Şark’ın dillere destan ihtişamının eşsiz bir örneğini gösteren şahane bir tabloydu. Bu alay padişahın gideceği camiye kadar yollara iki sıra halinde dizilen muazzam bir yeniçeri kalabalığının arasından büyük bir sessizlik içinde geçer. Alkış yasaktır.
Padişah, sadece yol boyunca duran askerleri, sağ elini göğsüne koyarak ve basını veya daha doğrusu bakışlarını sağa, sola çevirerek selamlar. Yeniçerilerin selamı ise kayda değerdi; bunlar başlarını omuzlarına doğru eğerler.” D’Ohsson C.7,fasıl 1,kısım 7, padişahın muhafız askerleri.
Cuma selamlığı tabiri buradan kaynaklanmaktadır.
Hükümdar maiyetiyle atla bunların arasından bu şekilde geçip camiye giderdi. Padişahı camide yeniçeri ağası (Yeniçeri ocağı komutanı) ile caminin idarecileri karşılardı.
Padişah camiye girerken yeniçeri ağası, hükümdarı çizmelerini çıkarırdı. Şayet yeniçeri ağası bu hizmeti ilk kez görüyorsa kendisine elmaslı bir hançer hediye edilirdi. Namaz sonunda Camide Mahfel-i hümayun denilen Hükümdara mahsus namaz mahallinde, yeniçeri ağasının padişahla görüşmesi adetti.
Daha sonraki asırlarda padişahlar, selâtin camilerinin Hünkâr Mahfili’nde yetkilerle devlet meseleleri ve güncel konular üzerinde kısa görüşmeler yapmayı hep sürdürdüler.
Nitekim 16 Mayıs 1919 Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’nın, Sultan Vahideddin ile son görüşmeleri, Anadolu’ya hareketinden biraz evvel Dolmabahçe Camii Hünkâr mahfilinde gerçekleşmişti.
2- Baltacılar
a) Teberdaran-ı saray-ı atik (eski saray baltacıları)
“Teberdaran-ı Hassa” ismi de verilen Osmanlı devlet teşkilatında, sarayların muhafız kıt’alarına verilen bir isimdi Baltacılar.
Enderun tarihinin rivayetine göre II.Murad savaşa giderken dağ, tepe ve ormanların temizlenmesi için maiyyetinde teberdar ve ya baltacı denilen bir sınıf kullanmış ve sonra bunları sarayda istihdam etmiş ve bizzat sefere giderken çadır kurmak kaldırmak, yol açmak, yük kaldırıp indirmek gibi hizmetleri bunlara gördürmüştü.
Kumandanlarına “Baltacılar Kedhudası” denilen Sarayın hizmetleriyle ilgili olan askeri bu sınıfın mevcudu 17. yüzyılın ortasında 813’kadar yükselmişken, 19. yüzyılın başında 400 kişi kadardı.
Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Baltacılar hakkında Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, sayfa 435 ve devamın da şu açıklamaları yapar:
Eski saray baltacıları ve zülüflü baltacılar diye başlıca iki kısım olan baltacıların, birinci kısmı yani Teberdaran-ı saray-ı atik ismi de verilen eski saray baltacıları, yeni sarayda harem-i hümayun ile eski sarayın şehzadelerin ve saray haricinde sultanların (prenseslerin) muhafazalarına ve hizmetlerine memur bir sınıftı. Vazifeleri dolayısıyla Dar-üs-sade Ağalığı’na bağlıydı. Bunların kışlaları eski sarayın Mercan kapısı tarafında olduğundan dolayı kendilerine eski saray baltacıları denirdi. Padişah sefere gidecek ve bir kısım ailesini beraber götürecek olursa veyahut aileleriyle Edirne’ye gidecek veya Edirne’den İstanbul’a avdet edecek olursa kadınların arabalarının yanında ellerindeki teber ve baltalarla bu baltacılar muhafızlık ederlerdi. Yollarda çadır kuruluğu zaman harem-i hümayunun bulunduğu mahallin etrafına çadırlarını kurarlardı.
Eski saray baltacıları ocağı bir ara lağvedilmiş (1757)ancak on yedi yıl sonra ihtiyaç gereği(1774)yeniden kurulmuştur. Buna sebep, dar-üs-sade Ağası’nın nezaretindeki vakıflarla ilgili bazı kayıtları, eski baltacı yazıcılarının zayi etmiş olmalarıydı. Durumu bizzat III. Mustafa’nın şehzadeliği sırasında öğrenmiş olması idi. Tam on yedi yıl bu halde kalan baltacı ocağı I. Abdülhamid’in cülusu üzerine tekrar ihya olunmuştur.
Bu sınıf hem haremin dış hizmetlerinde hem de Divan-ı Hümâyûn ve Enderûn’un değişik görevlerinde bulunduğu için yer seçiminde bu hizmetler gözetilerek II. Avluya bağlantılı harem kapısına ve Divan-ı Hümâyûn’a yakın bir yerde yapılandırılmıştır
Baltacı ocağı ağaları başlarına kırmızı çuhadan bostancıların başlığına benzeyen ve Barata denilen serpuş giyerlerdi. Baltacı neferlerinin serpuşları ise mor keçedendi. Baltacılardan kapıkulu süvari bölüklerine geçenler olduğu gibi kıdemli olanları müteferrikalığa dahi tayin olabiliyordu. Vefat eden padişahın cenazesinin etrafında yalnızca baltacılar bulunur ve üzerinde siyah sorguç takılı padişah tabutunu elleri üzerinde bunlar taşırlardı.
Müteferrika: Padişah yaverliği ve emir subaylığı demek olan “kapıcıbaşılık”, “çavuşluk” gibi benzer bir teşkilat ta müteferrikalıktır. Daha ziyade sultanların (prensesler) ve vezirlerin çocuklarından seçilen, hükümdar maiyyetinde çalışan, hademe sınıfı nevinden olan bir kısım hizmet erbabı hakkında kullanılan bir tabirdir. Hükümdarın maiyetinde olduğu gibi vezirlerin ve başka önemli yetkililerin de müteferrikaları da vardı. Padişah müteferrikaları en itibarlı ve şerefli hizmetlerden olduğu için buraya seçme ve asil ve mutemet kimseler alınırdı.
Tamamı süvari olan müteferrikalar padişah cuma selamlığına giderken gözleri kamaştıran atlas ve mücevherli üniformalarıyla en önde at sürerlerdi.
Padişah savaşa giderse onlarda beraberinde bulunurlar, saltanat sancaklarının ve padişah tuğlarının muhafazası gibi pek şerefli ve önemli vazifeyi bu sınıf yerine getirirdi. Enderun Hazinesi’nin muhafazası, yine müteferrikalara aitti. İşte sultan zade, vezir ve Beylerbeyi gibi paşa zadelerin alındığı müteferrika teşkilatına baltacıların kıdemlilerinden de tayin edildiğini görüyoruz. Tanzimat’tan sonra “hademe-i hümayun” denmiştir.
b) Zülüflü Baltacılar:
Eski saray baltacılarından ayrı bir sınıftı. Enli ve yüksek yakalı dolama giydikleri ve oldukça sivri, devetüyü rengindeki başlıklarının her iki yanında saç örgüsü biçiminde yünden zülüf sarkıttıkları için bunlara “Zülüflü Baltacı” ismi verilmiştir.
Hareme bitişik, haremağaları ile ortak çalışan bu kadro, Dolmabahçe Sarayı’nda, Topkapı Sarayı’ndaki teşrifatçılık ve hassa alayı görevlerinin aksine nakliye ve taşıma amacıyla kullanıldı.
Sarayda yatıp kalkan hizmetleri ötekilerden tamamen ayrıdır. Mevcutları muhtelif senelerde 120 ile 200 arsında değişen ve Enderun’un (Saray Yüksekokulu) seyyar hizmetiyle muvazzaf olan zülüflü baltacılar, hanedan mensuplarının dış hizmetlerini görürlerdi. Bir kısmı eski sarayda idi.
Zülüflü Baltacılar saray tarihinde değişik dönemlerde farklı görevler yüklenmişlerdir. Nitekim sarayda Valide Sultan, kadınefendi ve sultan/şehzade dairelerinde Harem ağalarından başka baltacı ya da teberdar denilen hademeler bulunurdu. Bunlar da Haremde’ki her dairenin bir hademe/baltacı kadrosu da olurdu. Dairelerin kilercileri, tablakârları, arabacıları, faytoncuları, seyisleri, kahvecileri, bahçıvanları vb. bu hizmet sınıfından seçilirdi.
Klasik devir Osmanlı sarayında ise zülüflü baltacıların mutat vazifeleri, Topkapı Sarayı’nın, hamam ve ocaklarının odun ihtiyacını karşılamak, sarayda ve haremde çıkan yangınları söndürmek ve haremin gözetilmesiydi. Ayrıca Divan-ı Hümayun’unun(imparatorluk bakanlar kurulu) açılıp kapanması, temizliği ve muhafazasından sorumluydular.
Cülus ve bayram törenlerinde altın tahtı bunlar taşır ve kurarlar, tören sonunda tekrar tahtı kaldırarak hazineye teslim ederlerdi. Baltacılar bu merasimde Padişahın tahtının arkasında bulunurlardı. Klasik dönemde, savaş zamanlarında Sancak-ı Şerif ile sadr-azam sefere gidince bu baltacılardan otuz neferi beraber gidip Sancak-ı Şerif altında Kur’an-ı kerim okurlardı. Haremde vefat eden şehzade, sultan, kadın efendi cenazelerini yine baltacılar taşırlardı.
Bendegân ve Agavat Daireleri’nin Akaretler yönündeki ucunda Dolmabahçe Caddesi’ne cepheli ve bu caddeden de girişi olan Baltacılar Dairesi, bodrum üstüne iki katlı olarak inşa edilmiştir. Kilit taşlı pencereleri ile Ampir üslubunun esintilerini taşır. Sarayda bir hizmet sınıfını oluşturan baltacılara ayrılmış bu daire, bugün Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuarı tarafından kullanılmaktadır.
3- Bostancılar
Bostancı Ocağı, sarayın ve padişahın has bahçelerinin gerçek bir muhafız hassa alayı idi. Marmara ve Boğaziçi sahillerinin muhafazası da bu ocağa aitti.
Devşirme zamanında buraya Anadolu ve Rumeli’den toplanan acemiler alınırdı. Ocaklarında yetişen bostancılar 17.yüzyılın sonlarına kadar bazen hizmet derecelerine göre kapıcılığa “yaverlik), tersane ocağına ve yeniçeri ocağına verilirdi. Fakat daha sonraki tarihlerde bostancıların yeniçeri ocağına verilmeyip Kapıkulu süvariliğine verilmeleri kanun oldu. 18.yüzyıl başında mevcutları 4000’i aşıyordu. Bostancılar ihtiyaç duyulduğu zamanlarda savaşa da gönderilirdi.
Ocakta dokuz rütbe vardı. Hepsinin üniformalarındaki farklılıklar rütbelerini gösterirdi. İltimaslı ailelilerin çocukları, bostancı yazılırdı.
Bostancılar padişaha mahsus saray, kasır, köşk, has bahçeleri hem muhafaza eder hem de bakımını yaparlardı. Sanıldığı gibi bunlar bahçıvanlık yapmazlar, bahçıvanlara nezaret ederlerdi.
Bostancı Ocağı’ndan 300 kişi “Haseki” adını taşırdı. Kırmızı çuhadan üniforma giyerler, bellerinde gümüş hançer taşırlar ayrıca ellerinde asa tutarlardı. Hasekilerin hepsi subay olup başlarındaki binbaşıya “hasekibaşı” denirdi. Hasekibaşının da amiri Bostancıbaşı idi. Hasekiler, padişaha daha yakın hizmetlerde kullanılırdı. Padişah kılık değiştirerek (tebdil-i kıyafet) şehirde gezerken yanına yine kılık değiştirmiş bu hasekilerden birkaçını alırdı.
Bostancı ocağının en büyük kumandanına “Bostancıbaşı” denilirdi. Saray içerisinde yaşayıp ta padişah dışında sakal koyuverme imtiyazına sahip tek kişiydi. İstanbul etrafındaki Marmara ve Karadeniz, Haliç sahillerinin yüksek inzibat ve asayişinden o sorumluydu. Bütün bu sahillerde kim yalı yaptırmak isterse, Bostancıbaşı’nın iznini almaya mecburdu. Sahili çirkinleştirecek inşaatı kim olursa olsun yapamazdı. Bu sayede Osmanlı devrinde Boğaz ve Haliç kıyıları birbirinden zarif yalılar ve bahçelerle örülü, bütün yabancı ziyaretçilerin dünyanın en güzel çizgisi olarak bahsettikleri bir köşe olmuştu. Saltanat kayığıyla padişah, çirkin bir inşaat görünce Bostancıbaşı’sını azarlar ardından derhal yıktırılırdı.
Haliç ve Boğaz kıyılarındaki her yapı, “bostancıbaşı defteri”ne kaydedilirdi. Bu defterler bugün çok kıymetli tarih kaynaklarıdır. Padişah kayıkla gezerken, nereden geçiliyorsa, oraya ait sayfalar açık tutulurdu. Padişah, bir yapının ne ve kime ait olduğunu sorunca Bostancıbaşı, önündeki sayfaya göz atıp söylerdi.
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, CİLT 8
Devlet adamlarının azledilmeleri veya sürgüne gönderilmelerinde görev aldığı gibi hatta vezirlerden birisi saray dâhilinde idam edilecek olursa bu işin yerine getirilmesinde de Bostancıbaşı memur edilirdi. Tanzimat’tan sonra Bostancı Ocağı lağvedilmiş ve ocağın yetkileri, yeni kurulan zaptiye teşkilatı(emniyet teşkilatı), Şehreminliği(belediye başkanlığı)ne devredilmiştir.
4-Kapıcılar ve Kapıcı başılar (Padişah Yaverleri)
Tanzimat’tan önce padişah yaverlerine “çavuş”, padişah emir subaylarına veya mabeyncilere(özel kalem)de “kapıcıbaşı” denilmekteydi.
Kapıcıların vazifesi isimlerinden de anlaşıldığı gibi sarayın Bab-ı Hümayun ile Orta Kapı’sını beklemekti. Ancak kapıcılar, Saray-ı Hümayun kapılarını bekleyen muhafızdan fazla teşrifat işleriyle uğraşan askerlerdi. Subaylarına Kapıcıbaşı denilen bu sınıfın başındaki generale de “Kapıcılar Kedhüdası” denirdi.
Fatih zamanında mevcutları 50 iken, 1640 ‘yılında sayıları 2400’e çıkmış fakat18.yüzyıl da tekrar 150’ye çıkmıştı.
Kapıcılar Kedhüdası Divan-ı Hümayun’ (İmparatorluk bakanlar kurulu) da bulunarak ayakta hizmet eder ve padişah ile sadr-azam arasındaki sözlü ve yazılı görüşmelerde aracı olurdu. Çavuşbaşı (başyaver)ile beraber sadr-ı azam ile vezirleri, kazasker(adalet bakanı) ve defterdarı(maliye bakanı) divana geldikleri zaman Orta Kapı’dan başlayarak önlerine düşüp divanhane önündeki belirli yere kadar götürüp selamlamak Kapıcılar Kedhüdası’nın vazifelerindendi.
Kanunname-i Al-i Osman veNimeti efendi kanunnamesiS.10.11
Tarihçi Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi adlı eserinin 8.cildinde kapıcılar hakkında şu bilgileri verir:
“Kapıcılar Kedhüdası’ın emri altında bulunan Kapıcıbaşılar samur kürk giyer, gümüşten bir asa taşırlardı. Eyalet valisi olan beylerbeyi veya vezirlere sadr-azamın veya padişahın emirlerini bunlar götürürlerdi. İdam fermanlarını da eyaletlere kapıcıbaşılar taşırlardı. Onun için bir eyalet merkezinde kapıcıbaşının ansızın görülmesi, çok hayırlı bir işaret sayılmazdı. Bu durumda kapıcıbaşı, ayağının tozunu temizlemeden beylerbeyinin(valinin) sarayına gider, padişah fermanını al kesesinden çıkarıp üç defa öpüp başına koyduktan sonra derhal okurdu. Vezir, beylerbeyi, sancak beyi, kumandan, idam fermanına muhatap kimse, çıt çıkarmadan dinler, kendisine birkaç saat mühlet verilir, namaz kılar ve boynunu cellâda uzatırdı. Kapıcıbaşı, cellâdın idamını gözüyle gördükten sonra İstanbul’a geri dönerdi. Padişah fermanına en küçük itirazda bulunmak, itiraz edenin ahiretini berbat edecek büyük bir şerefsizlikti.
İdam fermanına karşı koyanın cenaze namazı kılınmaz, padişaha asi olarak ölür ve mirasçılarının hiçbir hakkı tanınmazdı. Bir tek subayın İstanbul’dan gelip Peşte’de veya Cezayir’de, San’ada veya Erzurum’da, binlerce askeri ve adamı arasında bir paşanın kafasını kestirmesini ve bu olaya çıt çıkmamasını Batılı tarihçiler hayretle anmışlardır. Böyle şeyler Avrupa’da o devirde büyük kargaşalıklara, hatta iç savaşlara sebeb olurdu. Bu suretle başı kesilen en meşhur devletlu galiba Sadr-azam ve Serdar-ı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır ki, muazzam bir ordunun başında sonsuz salahiyetlerle Belgrad kalesinde bulunuyordu.”
Vezir, beylerbeyi ve yüksek memurların oğullarından liyakatli olanlar arasından, kapıcıbaşılıkla saraya alınırlardı. Kapıcıbaşıların bir kısmı, emir tebliğ ve tebellüğ etmek için, daima padişahın yakınında bulunurlardı.
Kapıcıların en kıdemlisine” başkapıcıbaşı” denirdi. Sultan II. Mahmud kapıcıları ve çavuşları ilga ettiği zaman, başkapıcıbaşı yerine başmabeyncilik kuruldu.
Çavuş: Bunlar padişah yaverleri idiler. Başlarında çavuşbaşı bulunurdu ki, Tanzimat’tan sonra “mabeyn müşiri” denmiştir. Birkaç yabancı dil bilen çavuşlar klasik dönemde yabancı ülkelere elçi olarak gönderilirlerdi.
1453’te çavuşların sayısı 200, 16 ve 17. yüzyıllarda 300, 18.yüzyılda ise sayıları 800’e çıkmıştı.
Törenlerde protokolü düzenleyen çavuşlar ayrıca saraya gelen elçileri karşılayıp:”hoş geldiniz” derler ve eğer gelen elçi, orta-elçi ise çavuşbaşı onun önünden, büyükelçi ise yanında sol tarafında yürürdü.
Çavuş teşkilatı ve çavuşbaşılığı 1836’da lağv edilince, Teşkilatın saraya ait vazifeleri mabeyn müşirine, hünkâr seryaverine verildi.
Dolmabahçe Sarayı’ında Yaveran Dairesi
Dolmabahçe Sarayı’nın girişinde bulunan ve günümüzde Milli Saraylar Daire Başkanlığı olarak kullanılan bina, Dolmabahçe Sarayı’nın inşa sürecinde saray yaverlerinin karargâhı olarak düzenlenmiştir.
Saray yaverlerinin ve onlara komuta eden liva veya ferik rütbeli generallerin karargâhı bu daireydi. Bu askeri karargâhın döneme ait belgelerde geçen özgün adı Paşa Dairesi idi Tanzimat devrinde saray yaverlerinin sayısı 50’ye kadar çıkmıştı. Padişahın yakın güvenliğinden sorumlu olmaktan başka, onun emirlerini ilgili olan yerlere götürme gibi iletişim görevleri de vardı.
Dairenin üst katı Seryaver Paşa’ya tahsis edilirken albay ve daha alt rütbelerdeki subaylara ait odalar alt katta yer almıştır.
Nisan1877 tarihinde Sultan II. Abdülhamid’in ikametgâhını Yıldız Sarayı’na taşıması ile birlikte yaverler de aynı tarihte padişahın ikamet edeceği Yıldız Sarayı’na intikal etmişlerdir.
Yaverler tarafından boşalan Paşa Dairesi aynı tarihte (1877) Hazine-i Hassa Nezareti’ne tahsis edilmiş ve bu halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihine kadar bu görevini sürdürmüştür. Hazine-i Hassa Dairesi adını alması 1877 tarihinden sonradır. Hazine-i Hassa Dairesi, saray ve hanedanın mali ve emlak işlerini yürüten devletin en zengin ve güçlü kurumlarından biri, devlet maliyesinden ayrı bir hazine idi.
Tarihi Odalar adlı eserinde Haluk Şehsuvaroğlu, Osmanlı sadrazamlarından olan Midhad Paşa’nın 5 Şubat 1877 tarihinde, elinden sadaret mührünün bu binada alınarak sadrazamlığına son verildiğini ardından, yine bu Paşa Dairesi’nin rıhtımından İzzeddin Vapuru’ na bindirilerek Brendizi’ye sürgüne yollandığını kaydeder.
Yıldız Sarayı Muhafızları Ve Hassa Alayları
Sultan Hamid’in Yıldız Sarayı ve bahçelerinin hâkim platosunu kendisine, maiyyetine ve askerlerine ikametgâh olmak üzere seçmesinin sebebi, bu mevkiinin savunma ve askerlik bakımından haiz olduğu önemden ileri gelmiştir. Yıldız tepesi, Beyoğlu, Beşiktaş, İstanbul ve Ortaköy cihetlerinden saraya gelen bütün yollara hâkimdir.
Bütün Yıldız Sarayı’nın muhafazası “Tüfekçi” denilen hususi bir sınıfa verilmişti. Eski Osmanlı Padişahlarının maiyetinde Tüfekçi kullanılması öteden beri adet olmuştu. Padişah saraydan dışarı çıktığı zaman bunlar, ona tüfekleri ile muhafızlık ederlerdi. II. Abdülhamid zamanında bütün Yıldız Sarayı’nın muhafazası Tüfekçilere verilerek, sayıları 500’e çıkarılmıştı.
Tüfekçi bölüğüne genellikle Arnavutlar kabul olunurdu. İçlerinde Kürt, Çerkez ve Anadolu Türklerinden askerlerde vardı. Birçoğu yüksek askeri rütbelere ulaşmış bulunan Tüfekçilerin vazifesi, her şeyden önce Sarayı korumak ve kapılarda nöbet beklemekti. Gündüz altı kişilik mangalar halinde vazife görürler, akşam olunca kapılar kapanır ve üstleri tarafından titiz bir dikkatle muayene ve teftiş olunurlardı. Ondan sonra Tüfekçiler ikişer ikişer Yıldız’ın her tarafında devriye gezerler, Saray köşklerinde yatanların uykularını bozmamak için, hem de bahçelerde birden bire karşılarına çıkabilecek şüpheli kimseleri, ayak sesi ile ürkütmeden yakalayabilmek, için, kunduralarının üzerine kalın keçeden bir ayakkabı daha giyerlerdi.
Tüfekçiler devriye esnasında Yıldız Sarayı’nın en ücra yerlerine kadar girer, bu esnada asla sigara içmezlerdi. Aralarında konuşmaları kesinlikle yasaktı. Ertesi günü hepsi, gecenin olayları hakkında ifade verirlerdi. Yazılı olarak kaleme alınan bu ifadeler, birlikte gezen her iki Tüfekçi tarafından mühürlenerek ilgili makama verilirdi. II. Abdülhamid’in Tüfekçibaşı’sı Arnavut Tahir Paşa idi. Abdülhamid’ itimadına mazhar olan Tahir Paşa, İstediği zaman padişahın yanına girmeye izinli idi. Tam otuz yıl padişaha sadakatle hizmet etti.
Sultan II. Abdülhamid ayrıca I. Ordu’nun ünlü II. Tümenini getirtip Yıldız Sarayı’nın az ötesine yerleştirdi. Bunlar için Ertuğrul ve Orhaniye kışlaları inşa olundu. Bunların içinde en meşhur olanları, merasimlerde saf beste-i nizam yer alan “sarıklı” ve “zuhaf” alaylarıydı. Ne var ki Yıldız’da birbirine çok yakın iki kışlada kalan bu iki hassa alayının aralarında 1888 yılında bir husumet belirmiş hatta bir ara aralarında silahlı çatışma vukua gelerek, yedi asker ölmüş ve elliden fazlası yaralanmıştı. Gazetelerin yazamadığı bu hadisenin akşamında Zuhaf ve Sarıklı alaylarının ileri gelen subayları ve tümen komutanı İsmail Paşa tevkif edilip divan-ı harbe verildiler. İsmail Paşa Şam’da bir sene sürgün kalmaya mahkûm oldu. Fuad Ezgü, Yıldız Sarayı Tarihçesi.
0 yorum:
Yorum Gönder