1- Tabl: Arabca’da davul demektir. Türkçe”davul” bu “tabl” kelimesinden gelir. Mehter- hane denen Türk askeri musikisinin başlıca musiki aletidir ve eski Türklerde bayrak gibi kutsaldır.
Askeri mızıkanın Günün belirli zamanlarında(mesela sabah, ikindi, akşam), hükümdar veya hükümdar temsilcisi eyalet valisinin sarayı önünde ve kalelerde “nevbet (nöbet) vurmak” denen halka askeri musiki dinletmek, Türk devletlerinde, hükümranlık alametlerinden biridir. Selçuklu Sultanı, Osman Gazi’ye 1299 yılında, büyük uc beyi ve tabi hükümdar olduğunu bildirir tuğ ve sancak gönderirken, davulu da ihmal etmemiştir.
Osmanlılar da, devletin askeri mızıkasına “Mehterhane-i Hümayun= İmparatorluk askeri muzıkası” denmektedir. 1826 dan sonra adı”muzıkay-ı Hümayun”olmuştur.
Mehterhane kutsaldır fakat bütün aletleri kutsal sayılmaz. Yalnızca bir teki istisna: tabl yani davul veya büyüğü olan kös. Davul, sancak gibi bir istiklal alametidir. Selçuklu hükümdarının 1300 (veya1299) yılının ilk günlerinde I. Osman’a sancak(alem) ve tuğ ile beraber davulda göndermiştir ki, doğrudan doğruya kendisine tabi büyük Uc Beyi olduğunu göstermektedir. Bu tarihte Osmanlılar, Germiyan oğulları’na tabi küçük bir Uc Beyi olmaktan çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu tarih Osmanlılarda istiklal tarihi sayılmıştır.
Mehter çalarken, veliahd dâhil herkesin ayağa kalkıp ayakta dinlemesi kanundu, yalnız padişah oturduğu yerden dinlerdi. Bundan, bir çeşit milli marş sayıldığı anlaşılır. Fatih’e kadar padişah da ayakta dinlerdi, Fatih padişahı bu kaideden istisna etti.(Ali, Künhü’ül –Ahbar, V, 30). 1300’den 1308’de Türkiye Selçukluları düşünceye kadar mehterin Selçuklu padişahı adına vurdurulduğu açıktır.
Mehter-hane-i Hümayun ‘da 200 kadar sazende vardı. İkindi zamanları Saray-ı Hümayun ( padişah hangi sarayda ise ), sefer-i hümayun sırasında ise otağ-ı hümayun önünde mızıka çalarlardı. Ayrıca merasimlerde, sefer yürüyüşlerinde, muharebe esnasında harb meydanlarında, padişahın bulunduğu yere yakın bir yerde mehter vurulması kanundu. 1640’a doğru, saltanat mehter-hanesi 300 sazendeye çıkmıştı. Muhtelif askeri birliklerde kalelerde, ocaklarda(askeri sınıfların merkezlerinde), padişahı eyaletlerde temsil eden beylerbeyi sarayında, vilayetlerde temsil eden sancak beyi konağında hep mehter takımı bulunurdu. Ayrıca fener taşıyan harb gemilerinde de mehter vardı.
Padişah sarayındaki merkez mehter-hanesinin kumandanı, müzisyen bir generaldi. Sancak beyi payesinde (tümgeneral) idi. Yılmaz Öztuna. Büyük Türkiye Tarihi. cilt,8.
2- Tuğ: At kuyruğunun bir mızrağa geçirilmesinden ibaret olan tuğ, sancağa yakın Türk milli hükümranlık alâmetidir ve al renge boyanır. Göktürkler deki tuğ’ un bozkurt başı olan alemi, Osmanlı tuğ’unda Hilâldir.
Tuğ’un Türkçe olduğunu, İslamiyetten sonra da Türk devletlerinde kullanıldığını belirten Ordinaryüs Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı adlı eserinde şu tafsilatı verir:
“Baş tarafına at kıllarından tertib edilmiş mızrak nevinden bir alamet olan tuğ, Çinliler ve Türklerce mukaddes addedilen ve kotas denilen, tüyleri uzun olan Yak ismindeki Tataristan veya Tibet öküzünün kuyruğundan yapılırmış. Sonraları Türklerce pek sevilen atın kuyruğundan yapılmaya başlanmış ve Osmanlılar zamanında ki tuğlar hep at kuyruğundan yapılmıştır. Başka bir rivayete ve madalyonlardaki resmine göre Büyük İskender de miğferine at kılları takmış. Hammer’in kaydına göre de Hektör de başına at kılı takarmış.
Bu kısa malumat ve rivayete göre başa at kılı takmak veya at kılını bağımsızlık ve hükümdarlık alameti olarak kullanmak çok eskidir.
Çinlilerle eski Türk devletlerinden sonra Cengiz imparatorluğunda, Anadolu Selçukilerinde, Memluklarda, Timurilerde, Akkoyunlularda bunu görmekteyiz.
Osmanlıların tuğları on altıncı asırda baş tarafında bir yaldızlı top ile Anadolu Selçukilerinde ki gibi üzerinde gümüş hilal bulunan bir sırığa ve topun alt kısmına takılmış uzun ve boyalı at kıllarından müteşekkildi. Halkondil Zeylindeki benzetişe göre Top güneş’i hilal ay’ı ve at kılları da güneş’in şualarını(ışıklarını) temsil ederdi. At kıllarının sırığın tepesine doğru gelen kısmı beyaz ve siyah renkteki kıllarla örtülür ve kırmızıya boyanan alt kısmı dağınık bir halde bırakılırdı.” İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin saray teşkilatı
Osmanlılar da tuğ, hükümdarlık, Vezirlik, Beylerbeyilik, Sancak beyliği ve daha genel bir anlamda yüksek askeri vazife ve memuriyet alameti idi.
Padişah 9(bazen 7) tuğ ile temsil edilir ki 9, Eski Türker’de uğurlu sayıdır. Vezir ve diğer görevlilerin taşıdıkları tuğlar, ancak padişah namınadır. Yani tuğ rütbe gibi padişah tarafından verilir ve padişahı temsil ederdi. Mehter ve sancak gibi tuğ da paşanın değil, padişahındır. Paşa, padişahı temsil ettiği için bu saltanat alametini kullanırdı. Bu şekilde sadrazam 5, serdar vezir 4, vezir 3, beylerbeyi(orgeneral)2 ve sancak beyi(tümgeneral)1 tuğ taşırlardı. Her tuğ’u törenlerde ve muharebede tuğcu denen ayrı ayrı askerler yükseğe kaldırarak at üzerinde taşırlardı.
Bahriye’de tuğ yerine fener vardır. Kapdan-ı derya 3, bahriye beylerbeyisi(oramiral) 2 ve bahriye sancak beyi (tümamiral) 1 fener’i, kadırgalarına asarak, rütbelerini belli ederlerdi. Mahmut Şevket, Osmanlı Teşkilatı Ve Kıyafet-i Askeriyesi, c.1
3- Bayrak/Sancak: Eski Türkler bayrak ve sancağa son derece hürmet eder değer verirlerdi. Yüzyıllar boyunca dilimize pek çok Arapça Farsça kelimeler girmiş olmasına rağmen, bir mızrağa geçirilmiş kumaş parçalarını ifade eden bu Türkçe kelimelerin dilimizde halen yaşıyor olması bunun ispatıdır.
Bayrak kelimesinin aslı mızrak anlamına gelen eski Türkçedeki “batrak”,”batırmak” sözünden gelmektedir. Saplamak manasına gelen “sacmak”tan alınan sancak kelimeside saplanan âlet anlamına gelmektedir. Bu anlamda sancak ve bayrak arasında fark yoktur.
Türklerde, devleti, milleti, iktidarı, hanedanı, hükümdarı ve istiklali temsil eden sancak kesin şekilde kutsaldır. Özellikle muharebe meydanında bayrağın kutsallığı, en yüksek mertebesini bulur. Muharebede sancağı yere düşürmemek için her şey göze alınır. Bayrağın yere düşmesi bozulma ve mağlubiyet alametidir. Türk ordularının namus ve şerefi sancakla bir bütündür. Yine Türk ordusunda sancağı düşman eline teslim etmektense canını vermek, onun müdafaası uğrunda her türlü fedakârlıkları göstermek bir asker için en büyük şeref add olunurdu. Nitekim Türk tarihinde sancak muhabbetinin tesiriyle kazanılmış pek parlak zaferler vardır. Hususiyle Türk ordusunda sancak sevgisi birlik ve beraberliği sağlayan en yüce ve en mukaddes bir unsurdur.
Eski Türkler muharebelerde bazı reislere veya boylara alâmet olmak üzere bu batırma ve saplama silahlarının yâni mızrakların ucuna kızıl renkli ipekten kumaş parçası takarlardı ki bunlara ”kutas” denilirdi. Bu mızraklara kumaş parçası yerine “yak” denilen yaban öküzü kuyruğundan bir parçada takarlardı. Muhtelif Türk toplulukları arasında aynı manada kullanılan bu tabirler sonradan, bilhassa Selçuk ve Osmanlı Türkleri zamanında bu alâmetlerin şekil ve nevine göre ayrı ayrı anlamlar taşımışlardır. At kuyruğundan olanlara Tuğ, kumaştan olanlara Bayrak, ince uzun olanlara Yalav, bayrakların tepesine takılan kuyruklara Perçem, veya Beçkem, âlemlere de Tanuk, denilmiştir.
Al renk ki tam kırmızı değildir, turuncuya yakın, alev renginde bir nevi açık kırmızıdır. Türk hakanlarının hânedan rengidir. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu hükümdarların hânedan rengi olan al’ı Osmanlılarda onların meşrû vârisleri sıfatıyla kabul etmişlerdir. Ancak Osmanlılar hilâfeti de haiz olduklarını ifade için yeşil sancak ta açmışlardır. Yeşil Haşimilerin rengidir. Pek çok yerde kırmızı ve yeşil sancaklar karşılıklı görülür. Fakat kırmızı sancak, kesin şekilde istiklâli gösterir. Sancaktaki hilâl, Göktürklerden beri Türklerde milli semboldür. Osmanlıdaki hilâl yıldız şeklinde olan alem, Göktürklerde bozkurt başı idi. Bugün beyaz madeni ay-yıldızdır.
Osman Gazi’nin kurduğu devletin hızla genişleyerek imparatorluğa doğru dönüştüğü devirlerde henüz milli timsal olarak devleti temsil eden tek renkli ve tek şekilli bir bayrağı yoktu. Ancak Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaaddin tarafından Osman Gazi’ye hâkimiyet alameti olarak gönderilenler arasında bir de beyaz sancak vardır. Türk akınlarında ordunun başında bu bayrak hep dalgalanmıştır. 14. yüzyılda Osmanlıların, beyaz bayrağın yanında kırmızı bayrağı da kullandıklarını görüyoruz. Beyaz saltanatı, kırmızı ve üzerinde hilâl bulunan sancak ise devletin ve istiklalin sembolüydü. 16. yüzyılda bir ara bayrakların beyaz, yeşil, sarı ve kırmızı olmak üzere dörde çıktığını görüyoruz. Daha ziyade 16. yüzyılda karalarda kırmızı, denizlerde yeşil sancaklar açılırdı. Bu sancakların tamamında bazen tek bazen üç hilâl nakış olunmuştur.
Yüzyıllar boyunca vukua gelen doğu ile batının çarpışmalarında, harp meydanlarını süsleyen, Türklerin en eski milli sembolleri olan hilâl, batılıların zihin tarihine islâmın simgesi olarak yerleşmiştir.
Osmanlı sancağında ay’la beraber yıldızın yaygın olarak kullanılması 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkıyor. Islahatçı Pâdişah III. Selim’in yaptığı askerî ıslahat arasında sancak ve bayraklarımıza da ehemmiyet veriliyor. Bu zamana kadar sancaklarımızda yalnız hilâl( tek ya da üç) bulunurken hilâlin karşısına sekiz köşeli bir yıldız ilâve edildi. Bu hususta elimizde dört vesika vardır. Bu vesikaların en eksisi 27 Haziran 1793 tarihlidir ve Deniz Müzesi Arşivi’ndedir.
Kaynaklar:
Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi
Fevzi Kurtoğlu.Türk Bayrağı ve Ayyıldız.
0 yorum:
Yorum Gönder