BEYKOZ KASRI
Beykoz ve tarihçesi
Yeryüzünde iki denizi birbirine bağlayan en güzel suyolu olan İstanbul Boğaziçi, tarih boyunca doğal güzelliğinin yanında, akan lacivert suları birçok hatıraları beraberinde taşır.
Osmanlı devrinde Boğaz ve Haliç kıyıları birbirinden zarif yalılar ve bahçelerle örülü, bütün yabancı ziyaretçilerin dünyanın en güzel çizgisi olarak bahsettikleri bir köşe olmuştu.
O dönemde İstanbul etrafındaki Marmara ve Karadeniz, Haliç kıyılarındaki inşaatların estetiği ve güzelliğine dikkat ediliyordu. Bütün bu sahillerde kim yalı yaptırmak isterse, devletin iznini almaya mecburdu. Sahili çirkinleştirecek inşaatı kim olursa olsun yapamazdı. Haliç ve Boğaz kıyılarındaki her yapı, “Bostancıbaşı Defteri”ne kaydedilirdi. Bu defterler bugün çok kıymetli tarih kaynaklarıdır. Padişah Saltanat Kayığı ile gezerken, nereden geçiliyorsa, oraya ait sayfalar açık tutulurdu. Padişah, bir yapının ne ve kime ait olduğunu sorunca Bostancıbaşı, önündeki sayfaya göz atıp söylerdi. Padişah, çirkin bir inşaat görünce Bostancıbaşı’ sını azarlar ardından derhal yıktırılırdı.
Boğaziçi’nin kuzey kısmında, Anadolu topraklarında, Paşabahçe ile Anadolu kavağı arasında, kendi adıyla anılan körfezin çevresinde kurulu bir ilçe olan Beykoz, çevre köyleri, ormanları ve koruluklarıyla da ünlü eski bir yerleşim yeridir. Beykoz’un iddialara göre eski adı “Amnikos” idi. Bithinia Kralı olan Amnikos burada oturduğundan köye ve koya bu isim verilmiştir. Ancak Beykoz tabiri Amnikos’tan sonra Bizanslılar tarafından kullanılmıştır.1
Beykoz adının kökeni hakkında ihtilaf vardır. Zira ismin sonundaki ekin doğrusunun “kos” mu “koz” mu olduğu hususu net değildir. Kimi kaynaklar, Kos kelimesi Farsça “köy” anlamına geldiği için Beykos şeklinde de kullanıldığı ve Kocaeli sancağı beylerinin burada oturduklarına atıfta bulunarak “bey köyü” manasına geldiğini ileri sürerler. Diğer yandan Osman Gazi’nin kumandanlarından Gazi Akçakoca sonradan kendi adını alan İzmit ilini fethettikten sonra İstanbul’a gelerek Beykoz’u ordusuna karargâh ittihaz etmiş olduğu yolunda rivayetlerde vardır. 18.yy yazarı İnciciyan ise bu adın suyu bol olan bir çeşme yanında bulunan muazzam bir ceviz ağacı yüzünden halk tarafından verildiğini rivayet eder. Reşad Ekrem KOÇU’da bu hususta; “eskiden beri Beykoz’un cevizinin meşhur olduğunu ve Türkçe’de “koz”un cevizin adlarından bir olduğunu da unutmamak gerekir.” der.
Bazı padişahlar tarafından sevilen fakat daha çok günübirlik geziler ve av âlemleri için tercih edilen Beykoz, memba sularıyla da ünlüdür. Nitekim Kareseki Köyü yakınlarındaki Karakulak, Sırmakeş, Deli Osman suları, Kaymak donduran, Soğuksu, Kestanelik su kaynakları bunlardan bazılarıdır. Öte yandan 19.yy. itibaren, yeni kurulmakta olan sanayinin İstanbul’daki merkezlerinden birisi yine Beykoz olmuştur. Bu ilk imalathaneler ve tesisler daha ziyade Hünkâr İskelesi ve onun kuzeyindeki Servi Burnu’na doğru uzanan bölgede kurulmuştu.
Ayrıca eskiden Hünkâr İskelesi’nde İstanbul’un beslenmesinde büyük rolü olan ve Bostancı Ocağı tarafından işletilen, su değirmenleri bulunmakta idi. 1826 tarihinde Yeniçeri ve Bostancı Ocağı’nın kaldırılması sonrasında bu değirmenlerde yok olmuştur. Ancak Beykoz’da yeni işletmeler ve imalathaneler kurulmaya devam etmiştir. Nitekim III. Selim Umuryeri’nde tesis ettiği kâğıt imalathanesi III. Ahmed devrindeki cam imalathanesinden sonra kurulan Boğaz’daki ikinci sanayi tesisi olmuştur.2
Sultan II. Mahmud’un, ordunun postal ve ayakkabı ihtiyacını karşılaması için Hünkâr İskelesi ile Servi Burnu arasında kurmuş olduğu Debbağhane bugünkü Sümerbank Beykoz Deri Ve Kundura Fabrikası’nın ilk adımını ve çekirdeğini teşkil etmiştir.
Osmanlı Döneminde semte ilişkin ilk bilgiler Fatih Sultan Mehmed zamanına dayanır. Fatih Sultan Mehmed 1458 yılında Beykoz’da Akbaba Köyü civarında avlanırken kendisine, Mahmud Paşanın Tokat Kalesi’ni aldığı haberi getirilmiş, padişah bu haberden son derece memnun kalmıştı. Padişah bu memnuniyetin verdiği duyguyla : “Tez şurada bir hadikaa-i iren-nüma bina edin ve ismine Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muhafazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin.” Emrini vermişti. Padişahın bu emri derhal yerine getirildi. Ve bu zaferin hatırasına Beykoz Çayırı’nı çevreleyen yamaçlarda kurulan Tokat Bahçesi, Boğaziçi’nde padişahların sevdiği bir mesire oldu. 3 Ayrıca hemen hemen İstanbul’dan bahseden bütün eserlerde, Kanuni Sultan Süleyman’ın Tokat Bahçesi’nde çağlayanlar gibi havuzlar yaptırarak zaten sularının bolluğu ve güzelliği ile ünlü Beykoz’u, mamur hale getirdiği yazılıdır. II. Mahmud devrinde burada her yıl askeri ve diğer okul talebelerinin kır gezintilerine çıktığını, kendilerine kuzu ziyafetleri verildiğini görmekteyiz.
Mesirelerde tarihi olaylardan sonra halkın en çok dikkatini çeken şeylerden birisi de esnaf loncalarının yıllık, an’anevi toplantılarıydı. Her loncanın bu toplantılar için seçtiği ayrı bir mesire yeri vardı. Mesela Kanuni Sultan Süleyman zamanında kuyumcular Kâğıthane’de, terlikçiler ise Beykoz çayırında toplanırlardı. Bu münasebetle günlerce önceden hazırlıklar yapılır, çadırlar kurulur, bu arada o esnafın malları da sergilenmiş olurdu.
Futbolun memleketimize ilk yerleştiği sıralarda, II. Meşrutiyet’in ilanını müteakip 1908 tarihinde, Ahmed Midhat Efendi’nin girişimiyle ilk büyük futbol sahalarından biri de yine bu Beykoz Çayırı olmuştur.4
Bir ucu Yalıköy’e öteki ucu kuzeyde Hünkâr İskelesi’ne kadar uzanan geçmiş zamanların alabildiğine geniş meşhur Beykoz Çayırı, günümüzde plansız yapılaşma yüzünden, yeşilliğinden gelen bütün güzelliğini ve özelliğini kaybetmiştir.
Boğaziçi’nin Rumeli yakasında olduğu gibi, saray mensuplarının, sultanların, sadrazamların kısacası yüksek devlet ricalinin bu sahilde sahil sarayları bulunmaması dikkat çekicidir.
Beykoz Kasrı
“Yalı köyü civarında Beykoz Çayırı denilen büyük bir mesire vardır. Bunun sahiline Hünkâr İskelesi denir ki Beykoz Kasrı Hümayunu denilen binayı latif buraya nazırdır..”5
İstanbul Boğaz’ının Anadolu yakasında Beykoz’da Hünkâr İskelesi’nin güneyinde bir zamanlar Yalıköy’e uzanan çayır arasında kalan tepecikte, 19. yy ortalarında inşa olunan Beykoz Kasrı, Mısır Hidîvi Mehmed Ali Paşa tarafından Sultan Abdülmecid’e hizmet ve sadakat arz etmek gayesiyle inşa edildiği söylenir. Ancak inşasının sebebi ve özellikle yerinin seçilmesi Osmanlı tarihinde yaşanmış önemli bir hadiseyi hatırlatmaktadır. Nitekim Mısır valisi tarafından yaptırılıp Sultan Abdülmecid’e hediye edilen Beykoz Kasrı’nın yüzü Hünkâr İskelesi’ne bakmaktadır. Kasrın Hünkâr İskelesi’ne bakması acaba bir tesadüf eserimidir? Bu düşünce bizleri alır, Sultan II. Mahmud’un sonradan Türkçe’de atasözü haline gelen “ denize düşen yılana sarılır” sözünü söylediği günlere geriye götürür.
Sultan II Mahmud zamanında 1828-1829 Rus Harbi’ne türlü bahanelerle asker göndermeyerek devlete baş kaldıran Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri 1832’de Konya'da Osmanlı ordusunu yenerek Kütahya’ya girdi. Bu buhranlı devrede Fransa’nın Mehmed Ali Paşa’yı desteklemesi ve İngiltere’nin de seyirci kalması üzerine Babıâli, tarihinde ilk defa Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmıştır. Bu taleb Osmanlıların can düşmanı olan Ruslar tarafından derhal memnuniyetle kabul edilmiştir. Bu suretle 20 Şubat 1833'te Rus ordusu ve donanması kuzeyden İstanbul'a girdi. Rus donanması Büyükdere ve Beykoz koylarında demirledi. 5 Nisan 1833’de 5000 kişilik bir Rus kuvveti Hünkâr İskelesi’nden karaya ayak basarak Selviburnu arkasındaki sırtlara ordugâh kurdu. Çarın yaveri Kont Orlof savunma ve yardım hususlarında tam salahiyetle İstanbul’a geldi. Kont Orlof’a Avrupa’nın büyük devletlerinin müdahalesine yol açmayacak tarzda hareket etmesi için talimat verilmişti. Öte yandan aynı günlerde Fransa’dan gelen Elçi Russin’de Rus etkisini engellemekle görevlendirilmişti.
Rus askerlerinin Boğaz’da üslenmesi üzerine telaş gösteren İngiltere ve Fransa ileride Osmanlı devletinin dağılarak birçok ülkesinin Rusya’nın eline geçmesi ihtimali endişesiyle Mehmed Ali Paşa’ya Anadolu’dan çekilmesi için tazyike başladılar. Sonunda sadareti alamayacağını anlayan Mehmed Ali Paşa Kütahya Anlaşması(8.4.1833)ile Adana Eyaleti dışında Anadolu’yu boşalttı.
Osmanlılarla Ruslar arasındaki bu yakınlaşma, ileride Türkler'in başına gaile açacak olan meşhur Hünkâr İskelesi Muahedesi’yle (8Temmuz 1833) sonuçlanmış ve Ruslar yaptıkları yardımın hatırası olarak Selvi Burnu'nda Rusça ve Türkçe yazılı gayet kaba bir taş anıt dikerek olayı kaba biçimde belgelemişlerdir. İmza tarihi 26 Haziran 1833, tasdik tarihi 8 Temmuz 1833 olan Hünkâr İskelesi Muahedesi Osmanlı Devleti’nin en zayıf zamanında yapılmıştır. Muahedeye göre Türkiye; Rusya herhangi bir devletle harbe girerse, Rus harb gemilerine Boğazlar’dan serbest geçit hakkı tanıyor ve Rusya’nın savaş halinde bulunduğu hasım devletin gemilerini de Boğazlar’dan geçirtmemeyi taahhüt ediyordu. Karşılığında ise Rusya; Türkiye bir savaşa girdiği takdirde, askeri yardımda bulunacaktı. Andlaşma 1841’e kadar 8 yıl için imzalanmıştı. Bu müddet zarfında Sultan Mahmud, modern ordusunu kurup Mehmed Ali Paşa’nın işini bitireceğini hesaplamıştı.6 Kuşku yok ki, 1833 yılının şartlarında bu maddeler Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki nüfusunun artmasından başka bir anlam taşımıyordu. Rusya yardımına karşılık Boğazlar’da avantajlı duruma yükselmişti. Muahedenin en önemli maddesi Boğazlar’ın Rusya lehine kapatılması idi. Gerek Boğazlar’la ilgili madde, gerekse Osmanlı Devleti üzerinde artan Rus nüfuzu İngiltere’yi telaşa düşürdü. İngiltere’nin tepkisi o kadar büyük olmuştu ki hemen Fransa’ya bir teklifte bulunarak Karadeniz’e çıkıp Sivastopol’a baskın yapmayı ve Rus donanmasını yakmayı önerdi. Londra ve Paris’in protestolarına rağmen Sultan Mahmud muahedeyi bozmadı.
İstanbul ve Boğazlar’ın tehlikeye girdiğini gören başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletlerinin tazyiki ile 10 Temmuz 1833 günü Rus kuvvetleri nihayet İstanbul’dan ayrıldılar. Bundan iki gün önce Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni üzüntü içinde imzalamış olan II. Mahmud, bir daha Rus yardımına ihtiyaç olmayacak şekilde devleti güçlendirmeye çalışmıştır.7
Şüphe yok ki Hünkâr İskelesi Muahedesi Avrupa devletlerinin Doğu Akdeniz siyasetlerinde bir dönüm noktası olmuştur. En önemlisi ise Boğazlar tarihinde yeni bir hadise olarak dünyanın en stratejik su geçitleri olan Çanakkale ve İstanbul Boğazı o zamana kadar kıyılarına fiilen hâkim tek bir devletin kontrolü alındayken bu tarihten itibaren Boğazlar meselesi hep uluslar arası platformlarda ele alınmıştır. Hulasa tek başına Türkiye’nin egemenlik konusu olmaktan çıkarılmıştır.
Daha önce Arabistan yarımadasında zuhur eden ve Müslümanları üzen “İngilizperver” Vehhabi tehlikesini oğlu ile beraber bir süreliğine bertaraf ederek Babıâli’nin teveccühünü kazanan, Osmanlı Devleti’nin meşhur asi valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, isyan vakası anlaşmaya bağlandıktan sora kendisini affettirmek için 19 Temmuz 1846’da İstanbul’a geldi.
Bu 77 yaşındaki Mehmed Ali Paşa’nın hayatı boyunca İstanbul’u ilk ve son ziyaretidir. Kendisinden 54 yaş küçük olan Sultan Abdülmecid'e arzı tazimatta bulundu. 29 gün İstanbul’da kalan Paşa bu arada sadrazam olabilmek için temaslarda bulundu. Mehmed Ali Paşa, İstanbul dönüşü, 47 yıl önce ayrıldığı Kavala şehrini ziyaret etti. Sultan Abdülmecid, şehrin karşısındaki Taşoz adasının idaresini, Mısır vilayetine bağlayarak teveccüh gösterdi.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa ihtiyarlık günlerinde İstanbul'u ziyaret ettiği zaman, isyanından dolayı padişaha kendini affettirmek amacıyla padişaha armağan edilmek üzere Hünkâr İskelesi tepesinde 200 dönümlük bir arazi içinde yaptırmak istediği Beykoz Kasrı’nın temelini atmıştır. Ancak 1854 tarihinde tamamlanan Kasrın inşa edildiği bölgenin seçilmesindeki, perde arkasında yatan asıl düşüncenin ayrı bir önem ve mana taşıdığı kesindir.
Türk Ansiklopedisi’nde, Mısır valisinin Hünkâr İskelesi Muahedesi’ni hatırlatmak için Ruslar'ın diktikleri kaba taş anıtın tesirini hiçe indirmek emeliyle yaptırmış olduğu yazılıdır. Buna mukabil Osman Ergin ise (Türkiye Maarif Tarihi, cilt II, sayfa 446-447) şu açıklamayı yapar: “Mehmed Ali’nin Beykoz Sarayı’nı yapıp Osmanlı Hükümdarına hediye etmesinin asıl sebebi; imardan ziyade onun istila ve genişleme emellerine sed çekmiş olan Hünkâr İskelesi Muahedesi’ne ve bu muahedeyi hatırlatmak için Ruslar’ın Selvi Burnu’na dikmiş oldukları kaba abideye karşı atılmış zarif bir taş, muahedeye dair ince bir telmihtir.”
Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Said Paşa tarafından tamamlanan Beykoz Kasrı, İstanbul Boğaziçi’nin ilk kâgir ve yeni üslupta inşa edilmiş yapısıdır. Dolmabahçe Sarayı’nın Hazine Kapısı üzerinde yazılı olan kitâbenin de şairi olan Zîver Paşa’nın düşürdüğü başka bir manzum tarih, bir kitâbeye işlenerek küçük ve zarif olan bu sarayın bulunduğu koru-parkın deniz tarafındaki kapısına asılmıştır. (kitabe gerekirse yazıya ilave edilebilir)
İstanbul'da inşa edilen bu ilk kâgir kasrın plan ve projelerinin Nikogos Balyan'a, yaptırıldığı ileri sürülmekteyse de bu bilgilerin kesin belgelere dayanmadığı görülmektedir. Son araştırmalar ışığında arşiv belgelerinde Stefan Kalfa’nın adı geçmektedir.
Yine bazı eserlerde Boğaz’a karşı manzarası fevkalâde olan Beykoz Kasrı’nın bir gecelik dahi olsa padişahın ikameti için yapılmadığı hatta tuvaleti bile olmadığı yazılıdır ancak arşivden çıkan Osmanlı devri belgeleri bizlere bu kasrın bir biniş kasrı olmadığını gösteriyor.
Cephe kaplamasında kullanılan taşlar İtalya’dan ithal edilmiş olup ayrıca yerli beyaz mermer kullanılan Beykoz Kasrı kare plan üzerine uzunlamasına üçe bölünmüştür. Ortadaki iki katlı sofa bir kenardan diğerine uzanmaktadır; kat yüksekliği ise 8 metreyi bulur. Sofanın orta bölümündeki bol ışık temin eden camekân fener, dışarıdan kasrın üç kat olarak algılanmasına neden olmaktadır. Bu büyük salonun dört köşesinde birer oda vardır. Bunların arasında bir tarafta oval bir tarzda inşa edilmiş çifte merdiven sofası, karşı tarafta yine oval bir salon bulunmaktadır. Merdiven sahnının yanlarında iki küçük oda yer almaktadır. Bu odacıkların içinden geçen küçük bir merdivenle oval merdiven sahanlığının üzerindeki pencereleri çevreleyen parmaklıklı balkona-koridora çıkılır. Üst katın planı zemin katın planını tekrarlar. Kasrın üst katındaki köşelerde de aşağıdaki gibi birer oda vardır. Salon 14metre yükseklikteki kasetlenmiş tavanı, kemer, pencere, kapı-plasterle oluşturulan duvar düzeni, iç mekânlarında kullanılan renkli somaki mermerleriyle, desenli mozaik parkesi, büyük endam duvar aynaları ve perde kornişleriyle görkemli bir görünüşe sahiptir. Belgelerden Avrupa üslûbunda ve zengin biçimde döşendiği anlaşılmaktadır. Burası Avrupa saraylarında görülen büyük balo salonlarının tam bir benzeridir.
Deniz ve kara tarafı cephelerinde dört sütun üzerinde taşınan dikdörtgen biçimli geniş balkonlar ilave edilmiştir.
Adeta bir abide gibi yükselen Beykoz Kasrı 200 dönümlük bir arazide, manolyalar, çamlar ve ıhlamur ağaçlarıyla kaplı gayet güzel bir koru içine yerleştirilmiştir. Koru içinde Beylerbeyi Sarayı’ndakinin bir benzeri, yaz sıcaklarından korunmak için yapılmış bir “grotto” başka bir tabirle “hava hamamı” yer alır. Dar ve dolambaçlı bir yol ile girilen bu suni mağaranın kubbeli iki küçük hücresi vardır. İçerisindeki duvarları deniz hayvanatı kabukları ile süslenmiş olan bu hamamın üst tarafından devamlı akıtılan sular vasıtasıyla serin bir hava cereyanı oluşturularak duvarlar devamlı ıslak tutulmuştur.8
Beykoz Kasrı’nın tanık olduğu tarihi olaylar.
Türkiye’nin mazisinde “Mısır Meselesi” adıyla devlete büyük sıkıntı yaşatan bu üzücü tarihi vakaya delalet etmesi yüzünden olacak ki, Sultan Abdülmecid kendisine hediye olarak yaptırılan Beykoz Kasrı’na pek fazla iltifat etmemiştir. 1853-1856 Kırım Harbi’ne iştirak etmek için, İzmir ve Aydın’dan gelen gönüllü askerlerin en seçkini olan zeybeklerin teşkil ettiği kıtalar, Hünkâr İskelesi’nden gemilere bindirilip cepheye gönderilmezden evvel Beykoz Çayırı’nda kurulan çadırlı ordugâhta toplanmışlar, bu arada büyük efeler de Beykoz Kasrı’nda misafir edilmişlerdi.
Kırım Savaşı’na katılan Prens Jerome Napoleon, 1854 yazında İstanbul’u ve Sultan Abdülmecid’i ziyaret etmişti. Osmanlıların bazen dostu bazen de düşmanı olarak karşılarına çıkıp savaştığı fakat cesareti ve askerlik dehası sebebiyle Osmanlı Türklerinin hayranlık duyup unutmadığı şöhretli asker I. Napoleon’un kardeşi Jerome’nin oğlu olan bu prens, ikinci gelişinde Beykoz Kasrı’nda ikamet etmiş ve Sultan Abdülaziz de kendisine burada iade-i ziyaret de bulunmuştu.
Bu bölgeye sık uğrayan padişah Sultan Abdülaziz olmuştur. Boğaziçi’nde Sultan Abdülaziz’in de yeri büyüktür. Abdülmecid’den sonra Osmanlı tahtına çıkan bu padişah, hizmet devresinde ordu ve donanmanın modernize edilmesi için çalışmış, dünyanın ikinci donanmasını kurmuş, zırhlılar, Boğaz sularında kaç defa akislerini göstermiştir. O azametli, heyecanlı, ihtişamlı günlerin hatırası olarak birkaç yağlı boya elimizdedir. Sultan Abdülaziz bu kasrı dinlenme amacıyla yaz aylarında kullanmıştır. Burada kalarak Boğaz'ı seyrettiği, Beykoz çayırında güreş müsabakaları düzenlettiği ve Tokat köyündeki av korusunda avlandığı bilinmektedir. Sultanın Fransa'ya yaptığı ziyarete karşılık İmparator Napoleon adına İmparatoriçe Eugenie, iâde-i ziyaret için 1869 yılının Ekim ayının 12’sinde İstanbul’a geldi. Sultan Abdülaziz adeta Kanuni imparatorluğunun elde kalabilen bütün ihtişamını Fransa İmparatoriçesi’nin gözleri önüne sermek istemişti. Bu münasebetle İstanbul’da büyük hazırlıklar yapılmış, misafirin ikametine Beylerbeyi Saray’ı tahsis edilmiştir. İmparatoriçe İstanbul’da kaldığı sürece şerefine ziyafetler verilmiş, av partileri düzenlenmiş ve muhteşem resmigeçitler tertiplenmiştir. Haliçte, Boğaziçi’nde kayık tenezzühleri, şehrin muhtelif semtlerinde araba gezintileri yapmıştı.
İşte padişah 15 Ekim 1869 Cumartesi günü misafiri İmparatoriçeye mükellef ziyafetlerinden birini Beykoz Kasrı’nda vermiş, ordunun geçit resmini izletmişti. O gün İstanbul halkı, tarihi boyunca her zaman önem verdiği büyük törenlerden birini daha görmek için, kara ve deniz yolu ile Beykoz’a döküldü. Türk ve Fransız bayrakları ile donatılan ana yollara askerler dizilmişti. Bu maksatla çayırda Arap tarzı köşk biçiminde süslü bir pavyon inşa edilmişti. Köşkün ortası Padişahla misafirlere, sağ ve sol tarafları da devlet erkânı ve elçilere ayrılmıştı. Padişah, sağında ünlü misafiri olduğu halde, altı at koşulmuş bir saltanat arabası ile köşke geldi. Sultan Abdülaziz’in arabadan inerken, gülümseyerek Eugenie’e kol verdiğini gören İstanbul halkı, padişahın bu jestini ihtimal kavrayamamış sonradan belki de bu yüzden bu hadise dedikodulara sebep olmuştu.
Milli Saraylar araştırmacıları tarafından yapılan çalışmalar neticesinde arşivlerden çıkarılan yeni belgelerinden, Beykoz Kasrı’nda hem Sultan Abdülaziz ve hem de Sultan II. Abdülhamid devrinde birkaç kez cülus merasimlerinde kullanıldığını bugün öğrenmiş bulunuyoruz.
Sultan Reşad’ın ilk saltanat yıllarında 1910 yılının Mayısının 21’ci günü Meclis-i Meb’usan Reisi Ahmed Rızâ Bey milletvekillerine, âyân âzâsına ve hükümet erkânına Beykoz Kasrı bahçesinde bir bahar ziyafeti vermişti.
I.Dünya Savaşı sırasında Beykoz Kasrı, Darüleytam (kız yetim evi) olarak kullanılmıştır. Padişaha ait bir yapının kamu yararına tahsis edilmesi bakımından gerçekleştirilen bu uygulama ayrı bir önem arz etmektedir. Yine bu dönemde bir süre trahom hastahanesi olarak hizmet görmüş, ayrıca burada göçmenler de kalmıştır. Cumhuriyet döneminde Önce Boğaz Komutanlığı emrine verilen kasır, 1953'te İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'ın önerisi üzerine Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na devredilmiş ve zamanın Sağlık Bakanı Dr. Ekrem Hayri Üstündağ tarafından da restore ettirilerek Yüksek Tahsil Gençliği Prevantoryumu'na dönüştürülmüştür. Prevantoryumun ilk müdürü olan Haydarpaşa Numune Hastahanesi Başhekimi Dr. Ali Rıza Temel'in çabalarıyla da tekrar restore edilmiş ve onarım sırasında Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri çalıştırılarak harap olmuş durumdaki bezemeleri tamamlattırılmış, ayrıca döşeme, parke ve mermer kaplamaları da yenilenip koru-parkı tekrar düzenlenmiştir. Bu arada bahçe içindeki "Hava Hamamı" adıyla tanınan hamamı da onarılmış ve eski suyu yeniden getirilerek koru-parkta yeni mutfak ve çamaşırhane binaları yaptırılmıştır. Kasrın yazlık olarak planlanması sebebiyle mevcut olmayan ısıtma tesisatı eklenmiştir. Rıhtım onarılmış, deniz ve kum banyosu yerleri yapılmıştır. Koru-parka yeni ağaçlar dikilmiş, meyve fidanlığı ve sera yapılmıştır. Güney girişinin sağındaki köşe odası tuvalet olarak düzenlenmiştir. 1963'te prevantoryum kapatılarak bina 0-14 yaş arası çocuklar için Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastahanesi olarak kullanıma açılan Beykoz Kasr- ı Hümayunu, nihayet ait olması gerektiği makam olan TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığına bağlanmış olup layık olduğu surette itina ve ihtimam gösterilip muhafaza altına alınmıştır.
Gerçekten bu küçük zarif kasrın, tarihimizde ki inşa tarzı ve beki de en önemlisi, Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı hatırlatmak için tam da Rusların Selvi Burnu’na diktikleri anıtın karşısına yaptırılmış olması itibariyle dikkate ve muhafazaya değer.
Ünal KARINCALI
1 Osmanlı Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü, cilt 1
2 Hayat Tarih sayı 9. Ekim 1968
3 İstanbul’un mesireleri.,Hayat Tarih sayı 11 Aralık 1969
4 Dünden bugüne İstanbul Ansiklopedisi cilt 2
5 Şirketi Hayriye tarafından 1914 ‘de yayınlanan “Boğaziçi” adlı eserden. İstanbul Ansiklopedisi. Beykoz maddesi.
6 Osmanlı Devleti Tarihi. Yılmaz Öztuna. Cilt II
7 Türk Ansiklopedisi. Cilt 19
8 Diyanet İslam Ansiklopedisi. Beykoz kasrı maddesi
0 yorum:
Yorum Gönder